31.10.2007

Bazı askerlerin başörtüsü hazımsızlığı

Vakit/31.10.2007

Bazı askerlerin başörtüsü hazımsızlığı


Çocuklarını vatan uğruna şehit verirken el üstünde tutulan başörtülü anaların, Cumhuriyet Bayramı resepsiyonlarında bazı illerde askeri yetkililer tarafından protesto edilmesi yürek burktu
Gaziantep'te Valilik tarafından düzenlenen Cumhuriyet resepsiyonuna, aralarında merkez Şahinbey Belediye Başkanı AK Partili Ömer Can'ın eşi Belgin Can'ın da bulunduğu bazı başörtülü davetlilerin katıldığını fark eden İl Jandarma Komutanı Albay Ali Tapan ile diğer tüm subaylar eşleriyle birlikte salonu terk etti.

Kayseri’de Valilikçe Cumhuriyetin 84. yıldönümü nedeniyle Hilton Otelinde verilen baloya, Kayseri Garnizonunda görevli yüksek rütbeli subay ve astsubaylar katılmadı.
Kırklareli’nde ise 55. Mekanize Piyade Tugay Komutanı Tuğgeneral Ahmet Baki Erdoğan, valilik tarafından verilen Cumhuriyet resepsiyonunda başörtülülerin olduğunu görünce, erkenden salondan ayrıldı. Tuğgeneral Erdoğan’ın salondan ayrılmasından sonra davette bulunan diğer subaylar da eşlerini yanlarına alarak resepsiyondan ayrıldı.
İZMIR’DE PROTOKOL YASAĞI
İzmir’in Narlıdere ilçesindeki Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında ise bir albay, protokol tribününde oturan ve yaşları 60 civarında olan iki başörtülü kadından rahatsız oldu. Hanımlar, polis nezaretinde protokol tribününden gönderilince Albay Erdoğan yerini aldı. Albayın tutumu, protokoldekiler ve halk tarafından yadırgandı.
AK Parti Narlıdere İlçe Başkanı Hamdi Ünal, tavra üzüldüklerini ifade etti. Albay Erdoğan’a, “Bu kadar güzellikler varken iki kişinin başı kapalı olarak oturmasında ne var?” dediğini aktaran Narlıdere Kaymakamı Hasan Gürsoy da törenin anlamına uygun kutlandığını hatırlattı.

29.10.2007

Cumhuriyet bayramı


Engin Ardıç
Eğitim şart!


Cumhuriyet bayramında gazeteler “öngörülen hamaset” tadında çıktılar.

Elbette bol bol bayrak, Atatürk, kalpaklı dedeler, maraton koşusu, şirin kız çocukları, Behçet Kemal manzumeleri falan... Köşe yazarları arasında bu yıl Çankaya’ya çağırılmadığı için ağlayanlara da rastlandı. Rahmetli babasından İstiklal Madalyası bile varmış, onu niçin es geçiyorlarmış?

Yaşadığımız şu günlerde, içinde bulunduğumuz şu sıkıntıda, kimseden “eleştirel” bir tavır da beklemiyorduk. O bir çap meselesiydi... Soğukkanlılık da basının boyunu aşardı.

Velhasıl, kuş kuşluğunu, kış kışlığını, basın da basınlığını ederken, bazı arkadaşların niçin “hayatları boyunca muhalefete ve de hüsrana mahkûm” olduklarını bir kere daha düşündüm.

Yok, muhalefet “prim yaptığı”, para kazandırdığı için değil. İktidarlara köpeklikte çok daha iyi para vardır.

Ya birtakım şeyleri görmedikleri, göremedikleri, böyle bir yetenekleri bulunmadığı için, ya da “bile bile lades” oynadıkları, kafaları çalıştığı halde böylesi hem daha kolaylarına geldiği, hem de müşterilerinden çekindikleri için...

Bir refikimiz, iktidar sahiplerine, “ihtiyaçları olan en önemli şeyleri Atatürk’ün Nutuk’unda bulabileceklerini” söylemiş.

Okurlarsa, çocuklarına da okuturlarmış.

Bir okusalar, cin çarpmışa dönecekler, şıp diye vazgeçecekler yaptıkları bütün “kaka” şeylerden, Bağdat’tan girip Basra’dan da çıkacağız.

Nutuk’tan her akşam iki sayfa koparıp ılık suda ıslattıktan ve tülbentte süzdürdükten sonra aç karnına içilirse, saçkırana, ayak parmakları arasında çıkan mayasıla, ayrıca bayanların muayyen zamanlarındaki sancılarına da iyi geliyor belki de...

Bu bönlük, bazı bürokratların Nutuk’u “bir tür kutsal kitap” olarak görme tutkularıyla örtüşüyor.

Üstüne bir de “Türkçe ezan” sosu dökersen, seçim kazanamazsın ama ortalıkta rahat gezersin. Başına dert almazsın.

İktidar sahipleri, Atatürk’ün kurtuluş savaşını nasıl yönettiğini, muhalefeti de nasıl susturduğunu, üstelik son derece taraflı bir şekilde kendi parti grubuna anlattığı metni bir okusalar, yabancı sermayeyi de hemen kovacaklar, ekonomi de güzel güzel çökecek.

Bir başka refikimiz, “cumhuriyetin betondan ayaklarından birinin demokrasi olduğunu” söylüyor.

Sonra da, hemen ertesi cümlede kendi kendini yalanlayıp ekliyor: Evet, ilk yıllarda demokrasi bugünkü ölçüleriyle yokmuş...

Hangi ölçülerde vardı be kardeşlik? Parti kapatma, basına sansür falan, “makul ölçülerde” demokrasi mi sayılıyordu o zamanlar?

“1925-1945 arasında hiç yoktu” deseler hem rahatlayacaklar, hem de onlara saygı duyacağız. (Bugün duymuyoruz.)

Aynı patronun bir başka gazetesinde yazan bir başka refik, hiç olmazsa “Recep Peker haklıydı, demokrasiye geçmekle hata ettik” diyebilecek kadar dürüst.

Çünkü ben faşistin bile zeki, çevik ve ahlaklısını severim.

Bir başka refik, iki hafta sonra Dolmabahçe’ye gidecek, Atatürk’ün yatağını görecek...

Yattığı yere gitmek masraf çıkardığı için (çocuk okutuyor) hiç olmazsa öldüğü yere gidiyor her sene...

Fetişizmin sonu, ayna karşısında kendini okşamaya kadar varır, Allah korusun... Yaşını başını almış adama yakışmaz.

Ah be kardeşler, eğitim de şart, akıl fikir de...

Hani işsiz mişsiz kalırsanız ekmek aslanın ağzında, artık sınavla alacaklar ha, bu şekilde çakarsınız.

Kürt’ün kalkınması Türk’e bağlı



Kürt’ün kalkinmasi Türk’e bagli



Bediüzzaman’In talebelerinden Abdulkadir Badirli Vakit’e konustu: Bediüzzaman’in sohbetlerinde ve eserlerinde “Türk-Kürt birlikteligi, Islâm kardesliginden geçer” gerçegini dile getirdigini söyleyen Abdulkadir Badirli, “Üstad, Kürtlerin terakkilerinin Türklerin terakkilerine bagli oldugunu söylemistir” dedi.


Vakit’in, teröre karsi Islâm kardesligini dile getiren haberleri Dogu ve Güneydogu’lu kanaat önderleri ve aydinlar tarafindan büyük destek gördü.
Ulusçu ve laik politikalarin yanlisligini yillar öncesinden görerek devlet yetkililerini uyaran Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Abdulkadir Badirli, gelinen noktanin Bediüzzaman’i hakli çikardigini söyledi.
Bediüzzaman’in sohbetleri ve yazilariyla sürekli Türk-Kürt birlikteliginin Islâm kardesliginden geçtigini anlattigini kaydeden Badirli, “Üstad, ‘Ben tek bir Müslüman Türk’ü yüz bin Kürt’e tercih ederim demistir. Türk ve Kürt’ün birbirinden ayri düsmeleri durumunda her ikisinin de zayif düsecegini söylemistir. Kürt asilli ünlü Islâm komutani ve Kudüs fatihi Selahaddin Eyyubi’nin bir Selçuklu komutani olduguna dikkat çekerek Kürtlerin terakkilerinin Türklerin terakkilerine bagli oldugunu söylemistir. Ancak bu uyarilarin dikkate alinmamasi ve laik ve ulusalci politikalar dogrultusunda medreseler kapatilip, hocalarin sürülmesiyle bugün gelinen noktaya da zemin hazirlanmis oldu” diye konustu.
IRKÇILIGA KARSI ÜNIVERSITE
Batililarin da destekledigi Ittihat-Terakki’nin ulusçu-irkçi söylemleri karsisinda Bediüzzaman’in Islâm tarihinde Emeviler’in kavmiyetçi politikalariyla neden olduklari felaketlere dikkat çektigini ifade eden Badirli, “Bediüzzaman kavmiyetçilik belasina karsi Van’da Medreset’ül-Zehra adiyla bir üniversite kurulmasi için çalismisti. Bu üniversite Islâm dünyasinin dört bir yanindan gelen Arap, Acem Kürt ve Türk farkli milletlerden gençlere egitim verilecekti. Bu üniversitede din ve fen bilimlerinin birlikte okutulmasini öneriyordu. Irkçi, kavmiyetçi politikalar yerine ümmetçi politikalar öneriyordu. Bugün de bölgemizin sorunlarinin ilaci bu reçetelerdir. Irk ayrimi gözetmeksizin bizi binlerce yildir kardes yapan Islâmi degerler yeniden ihya edilmelidir” diye konustu.
ISLAM ILE, DÜSMAN KAVIMLER BARISTI
Bediüzzaman talebelerinin nesrettigi Nevbihar Dergisi Kurucusu ve gazeteci-yazar Abdulkadir Ikbal, Türkiye’yi bir arada tutan bagin Islâm oldugunu ifade ederek, “Islâm’i aradan çekip çikardiginizda milleti bir arada tutacak noktaniz da kalmayacaktir. Yillardir Kürt’ü Türk yapmak için ugrasildi. Kürt Türk olsa ne olacak. Sorunlar bitecek mi? Allah, üstünlügün irkta olmadigini üstün ahlak ve takvada oldugunu söylüyor. Hz. Peygamber’in sahabelerinin adlarina bakin, Selman-i Farisi, Bilal-i Habesi, Süheyb-i Rumi ve digerleri. Her biri ayri bir milletten gelmis, Islâm imani hepsini kardes yapmis ve böylece kisa zamanda dünyaya hükmeden bir güç olmuslardir. Islâm’dan önce birbirini bogazlayan Arap kavimleri de Islâm ile kardes olmuslardir” dedi. Ikbal, kavmiyet davasi gütmenin isgalcilerin isine yarayacagini ifade ederek Amerika’nin Irak’i isgal etmeden önce bu ayrilik tohumlarini

vakit/30/10/2007

balolarla kutlanan bir Cumhuriyet

Ata'sına sarılan, 7 düvele ders veren bir millet, balolarla kutlanan bir Cumhuriyet

Binbir zorlukla kurduk

ULU Önder'in emri 'ileri'yi her alanda uygulayan Türk Milleti, yoktan var ettiği Cumhuriyet'i 84 yıldır göz bebeği gibi korudu. Binbir zorluk, acı yerini kalkınmaya, refaha bıraktı.

Çağdaşlaştık, büyüdük

ATATÜRK'ÜN başlattığı çağdaş adımlar, genç Türkiye Cumhuriyeti'ni bölgesinde lider, dünyada sözü geçer hale getirdi. Kılık, kıyafet modernleşti, ekonomi, 'altın' çağına erişti.




BUGÜN NE OLDU?

84 yıllık kin, ülkeyi kuşattı, kalleşlerle saldırdı, Cumhuriyet baloları unutuldu

Milli birliğimiz tehdit altında

İŞGALCİ kafa-hain işbirliği sahneye çıktı. İçten-dıştan kuşatma altına alındık. Çağdaş Türkiye hedefi rota değiştirdi. Dilimiz, kimliğimiz, birliğimiz tehlikede.

Cumhuriyet’e buruk bir kutlama

YILLARCA dosta güven, düşmana korku veren Cumhuriyet’in bayramını bugün buruk kutluyoruz. Öyle ki Çankaya balolarını bile arar hale geldik.


tercuman 29.10.2007

Evete yukaridaki haber-yorum tercüman gazetesinden.

"Binbir zorlukla kurduk":

Evet dogru, cumhuriyeti kurmak o kadarda kolay olmadi.Inançli türk halki özgürlügü için savasti.Binlerce sehit verdi.Fakat ne yazikki sehitlerimizin üzerindeki kan daha kurumamistiki iste yukarida gördügünüz tablo ortaya çikti.Balolar,danslar rakili eglenceler.Bu arada yoksul fakir anadolu halki aç yatiyordu çunku elinde avucunda ne varsa askere vermisti.Yorgansiz uyuyordu çunku yorganini askere vermisti.Turk milleti varsin ehli iman kurtulsunda ben herseye raziyim diyerek hiç bir fedakarliktan kaçmamisti.

Ne aci bir durum.Bir yandan vatan için evladini veren ana babalarin feryadi sürerken çankayada çanlar çaliyor balolar yapiliyor.Iste bu sizin kurdugunuz cumhuriyet.

"Çağdaşlaştık, büyüdük:"

Soyunduk,mini etek giydik,sapka giydik ölülerimizi dua ile degil Mozart'in müzigiyle ugurladik.Iste bu cumhuriyetin çagdasligi.

Daha 1970 lerde bizim köyde ne su ne elektrik,nede yol vardi.Köyün ilk traktörü gelmisti oda merhum Menderes zamanindan kalma.Ayni yillarda sovyet rejimini andiran karneler digitiliyordu.Bütün bunlar cumhuriyetin 50.yilinda.Ayni yillarda daha 15 sene evvel yerle bir olan Fransa,Almanya,Belçika gibi avrupa ülkelerine köle gibi çalasimaya geldi türk milleti.

Halbuki biz savassiz 50 yil geçirmemize ragmen bir adim ileri gidemedik.Varimizi yogumuzu heykellere tas yiginlarina yatirdik ve sonrada karsisina geçip saygi durusu yaptik.Cocuklarimiza tarih yerine nutuk,ilim yerine 10. yil marsi ögrettik.

"Milli birliğimiz tehdit altında:"

Ne zaman milli birlik olustu ki tehdit altinda olsun? Cumhuriyetin kuruculari milli varligimizi tarumar etti.Ata yadigari ne varsa silip attilar.Milli birlik milli degerler üzerine kurulur.Sifirdan insa edilen yapay bir ulusun ne gibi degerleri olur acaba.

Cumhuriyet yöneticileri yillar boyu halkimizi ecdadidan koparmak için ugrasti.Gaye ana babasinin dilini anlamayan bir nesil yetistirmek.Halkin vergileri sadece bu devrimleri yerlestirmek için harcandi.

"YILLARCA dosta güven, düşmana korku veren Cumhuriyet":

Kime korku vermisiz acaba ? Ne ile ?Vapurlar dolusu incir,üzüm satarak aldigimiz hurda Amerikan silahlariylami.Her çesit teknoloji ürünlerini yabanci devletten alan bir ülke kime korku verebilir.

Türkiye daha yeni yeni dünya devletleri arasina girmeye basliyor. Türkiye bir Kibris harekati yaptida yillarca ekonomisi dogrulamadi.Sebep ?

84 yıllık kin, ülkeyi kuşattı, kalleşlerle saldırdı, Cumhuriyet baloları unutuldu
Esas kin ve nefretin tohumlari cumhuriyetle atildi.
Sen sapka giymiyorsun diye adam asan bir rejime karsi halkin tavri ne olur diye hiç düsündümü acaba gazetecimiz ?




ŞOK!!! ADD "şeriat" ilan etti!

ŞOK!!! ADD "şeriat" ilan etti!

Ersin Çelik ve Merve Cankurt’un haberi…

ADD’nin ilginç 2023 hayali. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin (ADD) Kırklareli Şubesi 2023 yılı için şeriat ilan etti. İlanını, bugün doğan bir çocuğun ağzından yazılan mektupla yayan ADD’nin mektubunda skandal cümleler yer alıyor. “Bu dünyadaki torundan, öbür dünyadaki Nine ve Dede'ye hayali mektup” başlıklı mektupta, 16 yaşındaki bir çocuğun ağzından şu cümlelere yer verilmiş; “Dün peçem biraz aralandığı için, din polislerince karakola götürüldüm. Türkiyeli Müslüman ümmeti olarak (Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı yok.) Halifenin fetvasına karşı geldiğim için kırbaçlandım.”

ADD Kırklareli Şubesi, 2023 yılına yazdığı mektupta şeriat ilan etti. Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılında Türkiye’de şeriat ilan edildiğini ifade eden bir mektup dağıtan ADD, birlik beraberlik çağrılarının yapıldığı bu coşkulu günlerde yayınladığı skandal mektupla çok tepki çekeceğe benziyor.

: ADD’nin yayınladığı skandal mektubun tam metni şöyle:

“Sevgili nineciğim ve dedeciğim.

Ben sizin öldüğünüz 2007 yılında dünyaya geldim. Şu an 16 yaşında kimliğimi ve kişiliğimi kazanma uğraşı içinde, darülfünun (sizlerin zamanında üniversite deniyormuş) sınavlarına hazırlanıyorum. Bir taraftan da ülkemizdeki toplumsal olayları izlemeye ve gözlemeye çalışıyorum.

Dünya pırıl pırıl aydınlıkken, ülkemiz ve insanları kapkaranlık... Atatürk ve silah arkadaşlarının kurduğu ve sizlere emanet ettiği; Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devleti Türkiye Cumhuriyeti artık yok... Ilımlı İslam ve Şeriat Hukuku var. Dün peçem biraz aralandığı için, din polislerince karakola götürüldüm. Türkiyeli Müslüman ümmeti olarak (Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı yok.) Halifenin fetvasına karşı geldiğim için kırbaçlandım.

Bana göre, suçlu sizlersiniz... Sizlere armağan edilen güzel yaşamın içinde ömrünüzü tamamladınız ama Atatürk Cumhuriyeti kazanımlarını geliştirip, muhafızlığını yaparak bu güzellikten bizlere taşıyamadınız. Bir mirasyedi anlayışı içinde, geleceğe yönelik olarak; Atatürk'ün "Cumhuriyeti biz kurduk. O'nu koruyacak ve yüceltecek olan sizlersiniz." özdeyişinin gereğini yapamadınız ve bizi bu kapkaranlık ülke içerisinde bıraktınız... Sizin zamanınızda yayınlanan bir karikatürü, aymazlık içinde olduğunuzun belgesi olarak sizlere gönderiyorum.
Çok merak ediyorum. Sizler öbür dünyada aydınlık içinde misiniz?.. Atatürk ve silah arkadaşları önünde kendinizi nasıl savunuyorsunuz?

TORUNUZ

ADD’nin yayınladığı mektubun sonuna düştüğü not ise şöyle:

Böylesi mektuplarla (veya suçlamalarla) karşılaşmamak için; bugünkü ekonomik, sosyal ve kültürel zenginliğimizi borçlu olduğumuz, Atatürk Cumhuriyeti’ne borcumuzu ödememizi ve torunlarımıza aydınlık bir miras bırakmamızı anımsatır, “Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun” der saygılar sunarız.

Atatürkçü Düşünce Derneği Kırklareli Şubesi

8SUTUN ÖZEL

Kutlamalarda türban krizi

Kutlamalarda türban krizi
Kocaeli�deki 29 Ekim kutlamalarında türban krizi...

Körfez İlçesi'ndeki törende türban krizi

AKP milletvekili türbanlı eşiyle katılınca, asker töreni terketti

KOCAELİ'nin Körfez İlçesi'ndeki Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına türbanlı eşiyle gelen AKP Kocaeli Milletvekili Muzaffer Baştopçu, protokolün ön sırasına eşini de oturttu. Bunun üzerine Garnizon Komutan Vekili Hava Yarbay Vedat Göger, diğer askerlerle birlikte töreni terketti. Milletvekili Baştopçu, halka açık bir bayrama eşiyle gidemeyeceğine ilişkin bir kural olmadığını, ayrıca Kaymakamlıktan da kendisine resepsiyon için `Eşli' davetiye gönderildiğini söylerken, Körfez Kaymakamı Erol Türkmen, "Biz görevimiz gereği milletvekiline `Eşiniz türbanlı giremezsiniz' diyemeyiz" dedi.

Körfez İlçesi'nde Alparslan Türkeş Stadı'nda gerçekleştirilen Cumhuriyet Bayramı kutlamaları sırasında, AKP Kocaeli Milletvekili Muzaffer Baştopçu, türbanlı eşi Hale Baştopçu ile birlikte protokolun en ön sırasına oturdu. Bu sırada Kaymakam Erol Türkmen, Belediye Başkanı Yunus Pehlivan, Hava Radar Mevzii ve Körfez İlçe Garnizon Komutan Vekili Hava Radar Yarbay Vedat Göger tribünden inerek halkın bayramını kutladı.

Kutlamaların ardından protokol tribününe dönen Yarbay Vedat Göger, milletvekili Muzaffer Baştopçu'nun türbanlı eşinin ön sırada oturmaya devam ettiğini görünce yerine oturmadan, diğer subay ve astsubaylara baktıktan sonra tribünden indi. Diğer askerler de yerlerinden kalkarak hep birlikte stadyumu terketti. Komutan ve askerler standyumdan ayrılırken, protokol tribününde buz gibi bir hava esti.

DAVETİYE AKŞAMKİ RESEPSİYON İÇİN

Haberin gazetelerin internet sayfalarında yer almasının ardından, milletvekili Muzaffer Baştopçu'nun oğlu Mehmet Emin Baştopçu, babasına Kaymakamlıktan eşli davetiye gönderildiğini belirterek, bu davetiyeyi DHA'ya faksladı. Ancak bu davetiyenin akşam verilecek resepsiyonun davetiyesi olduğu anlaşıldı.

İlçe Kaymakamı Erol Türkmen de davetiyenin resepsiyon davetiyesi olduğunu belirterek, "Biz resmi görevliler dışında kimseye bayram kutlamaları için davetiye göndermedik. Sayın milletvekili eşiyle birlikte geldiler. Kendileri milletvekili olduğu için görevimiz gereği `Siz protokol tribününe giremezsiniz' diyemezdik. Gönderdiğimiz resepsiyon davetiyelerinin hiçbirinde de `eşli' ve `eşsiz' diye ayırım yapmadık. İsteyen getirir, isteyen getirmez" dedi.

`HALKA AÇIK BAYRAMA EŞİMLE GİDERİM'

Bu gelişmeler üzerine AKP Kocaeli Milletvekili Muzaffer Baştopçu da DHA muhabirini arayarak, olayın saptırıldığını iddia etti. Baştopçu, protokol tribününe oturmalarının ardından yanlarına Garnizon Komutanı'nın geldiğini, bayramlarını tebrik için el sıkışıldığını belirterek şunları söyledi:

"Garnizon komutanı daha sonra halkın bayramını kutlamak için Kaymakam ve Belediye Başkanı ile birlikte protokol tribününden aşağı indi. Halkın bayramını kutladıktan sonra, Kaymakam ile birşeyler konuştu. Ne konuştuklarını bilmiyorum. Daha sonra İstiklal Marşı'nın okunmasını beklemeden diğer askerlerle birlikte toplu halde tören alanından ayrıldı. Belki işi vardır. Bilmiyorum. Bana Kaykamaklıktan da akşamki resepsiyon için eşli davetiye gönderildi. Cumhuriyet Bayramı kutlaması da halka açık bir bayram kutlamasıdır. Eşim türbanlı diye oraya gidemeyeceğim diye bir kural yok. Halka açık bayrama eşimle giderim."

9.10.2007

sizinkiler bizimkiler

Bu gün 13 şehit daha verdik

Isi gücü birakip halkin başörtüsüyle,çankaya reseptionunda içki olup olmayacagina kafa yoranlar bu resimlere baksinlar.

Baksinlar Türkiyenin esas sahibi kimmiş ögensinler.

Cumhuriyetinize sahip çıkın mitingcileri !

Başörtülü analari üniversite kapilarindan kovan laikçilerr

ISTE BAKIN BU FOTOGRAFLARA


Iste o begenmediginiz,göbegini kasiyan diye asagiladiginiz,inaçlariyla alay ettiginiz insanlarin ülkesi

Vede o insanlarin çocuklari siz wiski bardaklarini serefe kaldiririken patir patir pkk kursunlariyla döküldüler

ERTUGRUL OZKOKLER,YILMAZ ÖZDILLER, ÖZDEMIR INCE'LER,BEKIR COSKUN'LAR iYi BAKIN

Bu resimler Türkiyenin resimleri




http://www.demir.fr/terror/sehit/13%20sehit.htm

4.10.2007

Korklayın... Korklayın...

Ahmet ALTAN

aaltan@hurriyet.com.tr





Korklayın... Korklayın...





Bu toprakların "dindarlığı" öyle ezbere açıklanabilecek bir dindarlık değildir.


Burası, "halifesinin" sarayında cariyeler olan bir geçmişe sahiptir.
Kimse bu ülkeye şeriat getiremez. Belki bunu isteyenler vardır ama bu
isteklerini gerçekleştiremezler.

Yaşadığımız
ülke "dindar" insanların ülkesidir. Ama yeryüzünün belki de en
"çocuksu, en masum, yaramazlığı en çok seven" dindarlarıdır onlar.

Şu geleceğinden korktuğunuz "şeriat" var ya... O zaten buradaydı.

Daha
doksan yıl önce bu topraklar şeriatla yönetiliyordu. Üstelik yöneten de
bizzat "halifenin" kendisiydi. Hilafet vardı burada. Şeriat da, hilafet
de aniden pat diye kalktı. Ne oldu peki? Şeriata çok meraklı olduğunu
sandığınız halk ne yaptı? Ayaklandı mı?

İç savaş mı çıktı? Yooo...

Osmanlı ordusunun siper savaşında çok iyi olduğu söylenir.

Asker bir kere sipere yerleştikten sonra onu oradan çıkartıp atmak düşmanın kolayca becerebileceği bir iş değildir.

Karşısında kimin olduğunu, ne olduğunu bildiği zaman asker korkmadan direnir.

Ama bir belirsizlik olmaya görsün...

O zaman olabilecekleri kimse kestiremez.

Askerlik tarihinin en büyük facialarından biri olan Balkan Savaşı’nda Osmanlı ordusu siperlere yerleşmişti.

Karşısındaki ordudan daha kalabalıktı.

Düşman kuvvetlerinin onu oradan kımıldatması da pek mümkün görünmüyordu.

Ama bir gece, Osmanlı kuvvetlerinin bir birliği kimseye haber vermeden hücuma geçmeye kalktı.

Kasabaların içinde at nallarının ürkütücü sesleri duyuldu.

Ve, Osmanlı ordusu aniden anlatılması çok güç bir korkuya kapıldı.

"Düşman geliyor," naralarıyla birbirlerini çiğneyerek kaçmaya koyuldular.

Ordu darmadağın oldu.

Kimse onları durduramadı.

İstanbul’a kadar trenleri devirerek kaçtılar.

Düşman Çatalca’ya hiçbir direnişle karşılaşmadan geldi.

Balkan
ordularının komutanları, ortada Osmanlı ordusunun kaçmasını gerektiren
bir şey olmadığını biliyorlardı ama Osmanlı ordusu çekiliyordu.

Osmanlıların çekilmesine mantıklı bir neden bulamadıklarından bunun bir "tuzak" olduğunu düşünerek durdular.

Bizimkiler,
ortada korkmaları için "mantıklı" bir neden varken, düşman üstlerine
gelirken korkmamışlardı ama ortada hiçbir neden yokken, sadece birisi
"düşman geliyor" dediği ve düşmanın nereden geldiği de belli olmadığı
için korkudan çılgına dönmüşlerdi.

Biz o askerlerin çocuklarıyız.

Ortada korkulması gereken "mantıklı" nedenler varken korkmayız.

Ne
her an gelmesi beklenen İstanbul depremi, ne susuzluk, ne kötü sağlık
koşulları, ne patlayan gaz tüpleri, ne futbol sahalarına yayılan şiddet
bizi korkutur.

Ama aniden biri "şeriat geliyor" diye bağırır ve ödümüz patlar.

"Malezya olacakmışız," "mahalle baskısı varmış" sayhalarıyla birbirimizi çiğneriz.

Birisi de kalkıp "nereden geliyor bu şeriat" diye sormaz.

Dünyanın
en ilginç tarihlerinden birine sahip olmamıza rağmen tarihle hiç
ilgilenmememiz sanırım korkaklığımızın ana nedenlerindendir.

Şu geleceğinden korktuğunuz "şeriat" var ya...

O zaten buradaydı.

Daha doksan yıl önce bu topraklar şeriatla yönetiliyordu.

Üstelik yöneten de bizzat "halifenin" kendisiydi.

Hilafet vardı burada.

Şeriat da, hilafet de aniden pat diye kalktı.

Ne oldu peki?

Şeriata çok meraklı olduğunu sandığınız halk ne yaptı?

Ayaklandı mı?

İç savaş mı çıktı?

Yooo...

Halife, ailesini de alıp gitti.

Peki nasıl oldu bu?

Şeriat yanlısı olduğu sanılan bir halk nasıl bu kadar sessiz kaldı?

Cumhuriyet ordusundan korktu deseniz, ordu o zaman o kadar da güçlü değildi.

Niye bu "şeriatçı" halk ülkeyi alt üst edecek büyük bir tepki göstermedi?

Eğer
bu ülkeyi, burada yaşayan insanları iyi tanımaz da sadece uydurursanız,
bu sorunun cevabını bulamazsınız. Bunu anlamak için biraz tarihe
bakmak...

Şeriat döneminde insanların nasıl yaşadığıyla biraz ilgilenmek gerekir.

Hilafetin
başkenti İstanbul’un göbeğindeki Beyoğlu, balozlarla, koltuklarla,
meyhanelerle, tiyatrolarla, kerhanelerle dolu bir yerdi.

Diyelim ki Beyoğlu "gavuru" bol bir yerdi, onun için şeriatla yönetilen bir memlekette orası eğlence bölgesiydi.

Peki ya sadece Müslümanların yaşadığı bölgeler nasıldı?

Orada meyhane yok muydu?

İçki yok muydu?

Bakalım,
tarihi devlet ekseninden değerlendiren, görüşleri asla devleti rahatsız
etmeyen tarihçilerimizden İlber Ortaylı ne diyor...

"Gerçi
Galata meyhaneleri ünlü bir yerdi, ama İstanbul tarafı da meyhaneyi ve
meyhane kültürünü tanımayan bir yer değildi. İstanbul’un zabıta
görevlileri eskiden beri meyhaneye ’miğde’ derlerdi ve defterlere;
sayıları, içindeki çalışanların isimleriyle kaydederlerdi. 18. yüzyılın
ortalarında İstanbul’da 19 koltuk, yani meyhanenin bulunduğu
kaydedilmiş böyle bir vesikada; inanmayın, gerçek sayı bunun çok daha
fazlasıydı mutlaka."

"İstanbul tarafında", yani başkentin sadece Müslümanların yaşadığı bölümünde, daha 18. yüzyılda meyhaneler varmış.

Şeriat düzenindeki bir ülkenin başkentindeki bu meyhaneler bir de resmi kayıtlara geçermiş.

Biraz daha okuyalım.

"Ramazanda
bir ay kapatılan İstanbul meyhanelerinin ünü ve zarafeti
Beyoğlu’ndakilerden aşağı kalmazdı. Ramazanın bitiminde, yani arife
günü meyhaneciler gedikli müşterilerine özel bir davetiye gönderirdi.
Midye yahut uskumru dolmalarından oluşan bu davetiyeye ’unutma bizi
dolması’ deniyormuş. İstanbullu alkolik değildi ama töreniyle ve
mezesiyle, özgün sohbetleriyle içkiyi ve meyhaneyi severdi."

Ortaylı’nın yazısında İstanbul denilen bölüm Haliç’in, yalnızca Müslümanların yaşadığı Aksaray tarafıydı.

Ramazanda içmezler, bayramda içmeye başlarlardı.

Üstelik bunu şeriat düzeninde yaparlardı.

Halife de buna ses çıkarmazdı.

Arada
bir meyhaneleri kapatırlardı ama bu "dini nedenlerden" olmazdı.
Ortaylı’nın anlattıklarına göre, içkiyi içtikten sonra birden
özgürleşip padişahı eleştirdikleri için "sarhoşlar" tehlikeli görülür
ve meyhaneler kapatılırdı.

Bu toprakların "dindarlığı" öyle ezbere açıklanabilecek bir dindarlık değildir.

Burası, "halifesinin" sarayında cariyeler olan bir geçmişe sahiptir.

Kimse bu ülkeye şeriat getiremez. Belki bunu isteyenler vardır ama bu isteklerini gerçekleştiremezler.

Yaşadığımız ülke "dindar" insanların ülkesidir.

Ama yeryüzünün belki de en "çocuksu, en masum, yaramazlığı en çok seven" dindarlarıdır onlar.

Allah’a inançları tamdır.

Köküne
"tasavvufun" suyu karışmış bir dindarlıktan geldiklerinden kendilerini
"Allah’ın evlatları" olarak görmeye yatkındırlar, çocukken büyük bir
yakınlıkla "Allah baba" derler, bir "babadan" korkar gibi korkarlar
Allah’tan ama bir "babaya" şımarır gibi de şımarırlar, O’nun
kendilerini affedeceğine inanırlar.

Onun için ramazanda meyhaneleri kapatıp oruç tutarlar, onun için bayramda içerler.

Şeriatla yönetildiğinde bile bu ülkede tam bir "şeriatın" olmaması o yüzdendir.

Bugün,
dine, dindarlığa, dindarlığın şekil şartlarına fazla abanan, insanları
dinle korkutmaya çalışan partilerin hiçbir zaman fazla oy
alamamalarının sebebinin ne olduğunu sanıyorsunuz?

Bu halkın Allah’la ilişkilerine fazla karışırsanız kızar.

Ama onun dindarlığını sorgulamaya, onu Arap ülkelerinde görülen tarzda bir dindarlığa zorlamaya kalkarsanız, ona da kızar.

Üstelik bu sadece İstanbul’da böyle değildir, "taşrada" da böyledir.

Bakın Ortaylı ne diyor:

"Bizim
toplumumuz ezelden beri içkiyi sevmiş ve pek de gizlememiştir. Domuz
haram, salyangoz Müslüman mahallesine girmeyecek bir nesne sayılmış ama
domuz kadar haram olan içkinin keyfinden vazgeçilmemiş. Yüksekçe bir
vergiyle içkinin alası satılmış, taşralarda da kaçak içki üretimi
ustalık derecesine ulaşmış, hálá da öyledir."

Şimdi, ramazanda Anadolu’da kapatılan lokantalar herkes tarafından "şeriat" işareti olarak algılanıyor.

Belki
de on bir ay içki satan bir Müslüman, bir ay da Allah’ının gözüne
girmek, kendi gönlünde arınabilmek için lokantasını kapatıyordur.

Bunun "şeriat özlemiyle" bir alakası yok.

Bu, eskiden de böyleydi, şimdi de böyle.

Biz
dinimizle, Allah’ımızla böyle ilişki kuruyoruz, biz "günah işlemiyoruz"
sadece biraz "yaramazlık" yapıyoruz ve "Allah baba" çok kızmasın diye
de ramazanda meyhaneyi kapatıp oruç tutuyoruz.

Gizliden gizliye bu toplum "Allah’ın evlatları" olduğuna inanıyor işte.

Bu çocuksu masumiyetten rahatsız olacak ne var?

Bizim topraklarımıza bizzat halifenin kendisi şeriatı getiremedi.

Dahası, halifenin kendisi şeriata uymadı...

Şimdi mi gelecek şeriat?

Gelmez.

Getirmek isteyenler ümitlenmesin...

Gelecek diye korkanlar korkmasın.

Tarihimize, geçmişimize bakın.

İçinde yaşadığınız, parçası olduğunuz toplumu biraz merak edin.

Hangi
ülkede "gavur imam" diye bir laf var, hangi ülkede "Bektaşi fıkraları"
bu kadar seviliyor, hangi ülkede Bekri Mustafa halk kahramanı oluyor?

Siz, meyhaneye güzellemeler yazmış şeyhülislamların yaşamış olduğu bir toplumun çocuklarısınız.

İnanan insanları huzursuz etmeyin.

Onlar hepimizin vicdanını rahatlatıyor.

Emin olun, korkulacak şeyler değil bunlar.

Hiç kimse bu ülkedeki kadınların başını kapatamaz.

Kimse bu ülkeyi şeriatın hükümleriyle yönetemez.

Burası "yaramaz çocuklardan" oluşan bir toplum.

Allah’ı seviyoruz, bu sevgiden vazgeçmeyiz.

Hayatın zevklerini de seviyoruz, bu zevklerden de vazgeçmeyiz.

Geleneğimiz, geçmişimiz, yapımız böyle.

Korkacaksınız, korkmanız gerekenlerden korkun.

Ama Balkan Savaşı’ndaki Osmanlı ordusu gibi davranır...

Biri "Malezya’ya benzeyeceğiz" diye bağırdığı için...

Birbirinizi çiğneyerek kaçmaya başlarsanız...

Hep beraber yeniliriz.

Siz, her bağırtıya inanmayın...

Burada biz yaşıyoruz.

Allah’ın yaramaz ve biraz şımarık çocukları...

Bizi kimse dinimizden de, hayatımızdan da vazgeçiremez.

Girdiğimiz siperden milim kımıldamayız...

Yeter ki aramızdan biri durduk yerde "düşman geliyor" diye bağırıp bizi korkulara salmasın.

Siz, meyhaneye güzellemeler yazmış şeyhülislamların yaşamış olduğu bir toplumun çocuklarısınız.

İnanan
insanları huzursuz etmeyin. Onlar hepimizin vicdanını rahatlatıyor.
Emin olun, korkulacak şeyler değil bunlar. Hiç kimse bu ülkedeki
kadınların başını kapatamaz. Kimse bu ülkeyi şeriatın hükümleriyle
yönetemez. Burası "yaramaz çocuklardan" oluşan bir toplum.


Osmanlı ordusunun siper savaşında çok iyi olduğu söylenir.

Asker bir kere sipere yerleştikten sonra onu oradan çıkartıp atmak düşmanın kolayca becerebileceği bir iş değildir.

Karşısında kimin olduğunu, ne olduğunu bildiği zaman asker korkmadan direnir.

Ama bir belirsizlik olmaya görsün...

O zaman olabilecekleri kimse kestiremez.

Askerlik tarihinin en büyük facialarından biri olan Balkan Savaşı’nda Osmanlı ordusu siperlere yerleşmişti.

Karşısındaki ordudan daha kalabalıktı.

Düşman kuvvetlerinin onu oradan kımıldatması da pek mümkün görünmüyordu.

Ama bir gece, Osmanlı kuvvetlerinin bir birliği kimseye haber vermeden hücuma geçmeye kalktı.

Kasabaların içinde at nallarının ürkütücü sesleri duyuldu.

Ve, Osmanlı ordusu aniden anlatılması çok güç bir korkuya kapıldı.

"Düşman geliyor," naralarıyla birbirlerini çiğneyerek kaçmaya koyuldular.

Ordu darmadağın oldu.

Kimse onları durduramadı.

İstanbul’a kadar trenleri devirerek kaçtılar.

Düşman Çatalca’ya hiçbir direnişle karşılaşmadan geldi.

Balkan
ordularının komutanları, ortada Osmanlı ordusunun kaçmasını gerektiren
bir şey olmadığını biliyorlardı ama Osmanlı ordusu çekiliyordu.

Osmanlıların çekilmesine mantıklı bir neden bulamadıklarından bunun bir "tuzak" olduğunu düşünerek durdular.

Bizimkiler,
ortada korkmaları için "mantıklı" bir neden varken, düşman üstlerine
gelirken korkmamışlardı ama ortada hiçbir neden yokken, sadece birisi
"düşman geliyor" dediği ve düşmanın nereden geldiği de belli olmadığı
için korkudan çılgına dönmüşlerdi.

Biz o askerlerin çocuklarıyız.

Ortada korkulması gereken "mantıklı" nedenler varken korkmayız.

Ne
her an gelmesi beklenen İstanbul depremi, ne susuzluk, ne kötü sağlık
koşulları, ne patlayan gaz tüpleri, ne futbol sahalarına yayılan şiddet
bizi korkutur.

Ama aniden biri "şeriat geliyor" diye bağırır ve ödümüz patlar.

"Malezya olacakmışız," "mahalle baskısı varmış" sayhalarıyla birbirimizi çiğneriz.

Birisi de kalkıp "nereden geliyor bu şeriat" diye sormaz.

Dünyanın
en ilginç tarihlerinden birine sahip olmamıza rağmen tarihle hiç
ilgilenmememiz sanırım korkaklığımızın ana nedenlerindendir.

Şu geleceğinden korktuğunuz "şeriat" var ya...

O zaten buradaydı.

Daha doksan yıl önce bu topraklar şeriatla yönetiliyordu.

Üstelik yöneten de bizzat "halifenin" kendisiydi.

Hilafet vardı burada.

Şeriat da, hilafet de aniden pat diye kalktı.

Ne oldu peki?

Şeriata çok meraklı olduğunu sandığınız halk ne yaptı?

Ayaklandı mı?

İç savaş mı çıktı?

Yooo...

Halife, ailesini de alıp gitti.

Peki nasıl oldu bu?

Şeriat yanlısı olduğu sanılan bir halk nasıl bu kadar sessiz kaldı?

Cumhuriyet ordusundan korktu deseniz, ordu o zaman o kadar da güçlü değildi.

Niye bu "şeriatçı" halk ülkeyi alt üst edecek büyük bir tepki göstermedi?

Eğer
bu ülkeyi, burada yaşayan insanları iyi tanımaz da sadece uydurursanız,
bu sorunun cevabını bulamazsınız. Bunu anlamak için biraz tarihe
bakmak...

Şeriat döneminde insanların nasıl yaşadığıyla biraz ilgilenmek gerekir.

Hilafetin
başkenti İstanbul’un göbeğindeki Beyoğlu, balozlarla, koltuklarla,
meyhanelerle, tiyatrolarla, kerhanelerle dolu bir yerdi.

Diyelim ki Beyoğlu "gavuru" bol bir yerdi, onun için şeriatla yönetilen bir memlekette orası eğlence bölgesiydi.

Peki ya sadece Müslümanların yaşadığı bölgeler nasıldı?

Orada meyhane yok muydu?

İçki yok muydu?

Bakalım,
tarihi devlet ekseninden değerlendiren, görüşleri asla devleti rahatsız
etmeyen tarihçilerimizden İlber Ortaylı ne diyor...

"Gerçi
Galata meyhaneleri ünlü bir yerdi, ama İstanbul tarafı da meyhaneyi ve
meyhane kültürünü tanımayan bir yer değildi. İstanbul’un zabıta
görevlileri eskiden beri meyhaneye ’miğde’ derlerdi ve defterlere;
sayıları, içindeki çalışanların isimleriyle kaydederlerdi. 18. yüzyılın
ortalarında İstanbul’da 19 koltuk, yani meyhanenin bulunduğu
kaydedilmiş böyle bir vesikada; inanmayın, gerçek sayı bunun çok daha
fazlasıydı mutlaka."

"İstanbul tarafında", yani başkentin sadece Müslümanların yaşadığı bölümünde, daha 18. yüzyılda meyhaneler varmış.

Şeriat düzenindeki bir ülkenin başkentindeki bu meyhaneler bir de resmi kayıtlara geçermiş.

Biraz daha okuyalım.

"Ramazanda
bir ay kapatılan İstanbul meyhanelerinin ünü ve zarafeti
Beyoğlu’ndakilerden aşağı kalmazdı. Ramazanın bitiminde, yani arife
günü meyhaneciler gedikli müşterilerine özel bir davetiye gönderirdi.
Midye yahut uskumru dolmalarından oluşan bu davetiyeye ’unutma bizi
dolması’ deniyormuş. İstanbullu alkolik değildi ama töreniyle ve
mezesiyle, özgün sohbetleriyle içkiyi ve meyhaneyi severdi."

Ortaylı’nın yazısında İstanbul denilen bölüm Haliç’in, yalnızca Müslümanların yaşadığı Aksaray tarafıydı.

Ramazanda içmezler, bayramda içmeye başlarlardı.

Üstelik bunu şeriat düzeninde yaparlardı.

Halife de buna ses çıkarmazdı.

Arada
bir meyhaneleri kapatırlardı ama bu "dini nedenlerden" olmazdı.
Ortaylı’nın anlattıklarına göre, içkiyi içtikten sonra birden
özgürleşip padişahı eleştirdikleri için "sarhoşlar" tehlikeli görülür
ve meyhaneler kapatılırdı.

Bu toprakların "dindarlığı" öyle ezbere açıklanabilecek bir dindarlık değildir.

Burası, "halifesinin" sarayında cariyeler olan bir geçmişe sahiptir.

Kimse bu ülkeye şeriat getiremez. Belki bunu isteyenler vardır ama bu isteklerini gerçekleştiremezler.

Yaşadığımız ülke "dindar" insanların ülkesidir.

Ama yeryüzünün belki de en "çocuksu, en masum, yaramazlığı en çok seven" dindarlarıdır onlar.

Allah’a inançları tamdır.

Köküne
"tasavvufun" suyu karışmış bir dindarlıktan geldiklerinden kendilerini
"Allah’ın evlatları" olarak görmeye yatkındırlar, çocukken büyük bir
yakınlıkla "Allah baba" derler, bir "babadan" korkar gibi korkarlar
Allah’tan ama bir "babaya" şımarır gibi de şımarırlar, O’nun
kendilerini affedeceğine inanırlar.

Onun için ramazanda meyhaneleri kapatıp oruç tutarlar, onun için bayramda içerler.

Şeriatla yönetildiğinde bile bu ülkede tam bir "şeriatın" olmaması o yüzdendir.

Bugün,
dine, dindarlığa, dindarlığın şekil şartlarına fazla abanan, insanları
dinle korkutmaya çalışan partilerin hiçbir zaman fazla oy
alamamalarının sebebinin ne olduğunu sanıyorsunuz?

Bu halkın Allah’la ilişkilerine fazla karışırsanız kızar.

Ama onun dindarlığını sorgulamaya, onu Arap ülkelerinde görülen tarzda bir dindarlığa zorlamaya kalkarsanız, ona da kızar.

Üstelik bu sadece İstanbul’da böyle değildir, "taşrada" da böyledir.

Bakın Ortaylı ne diyor:

"Bizim
toplumumuz ezelden beri içkiyi sevmiş ve pek de gizlememiştir. Domuz
haram, salyangoz Müslüman mahallesine girmeyecek bir nesne sayılmış ama
domuz kadar haram olan içkinin keyfinden vazgeçilmemiş. Yüksekçe bir
vergiyle içkinin alası satılmış, taşralarda da kaçak içki üretimi
ustalık derecesine ulaşmış, hálá da öyledir."

Şimdi, ramazanda Anadolu’da kapatılan lokantalar herkes tarafından "şeriat" işareti olarak algılanıyor.

Belki
de on bir ay içki satan bir Müslüman, bir ay da Allah’ının gözüne
girmek, kendi gönlünde arınabilmek için lokantasını kapatıyordur.

Bunun "şeriat özlemiyle" bir alakası yok.

Bu, eskiden de böyleydi, şimdi de böyle.

Biz
dinimizle, Allah’ımızla böyle ilişki kuruyoruz, biz "günah işlemiyoruz"
sadece biraz "yaramazlık" yapıyoruz ve "Allah baba" çok kızmasın diye
de ramazanda meyhaneyi kapatıp oruç tutuyoruz.

Gizliden gizliye bu toplum "Allah’ın evlatları" olduğuna inanıyor işte.

Bu çocuksu masumiyetten rahatsız olacak ne var?

Bizim topraklarımıza bizzat halifenin kendisi şeriatı getiremedi.

Dahası, halifenin kendisi şeriata uymadı...

Şimdi mi gelecek şeriat?

Gelmez.

Getirmek isteyenler ümitlenmesin...

Gelecek diye korkanlar korkmasın.

Tarihimize, geçmişimize bakın.

İçinde yaşadığınız, parçası olduğunuz toplumu biraz merak edin.

Hangi
ülkede "gavur imam" diye bir laf var, hangi ülkede "Bektaşi fıkraları"
bu kadar seviliyor, hangi ülkede Bekri Mustafa halk kahramanı oluyor?

Siz, meyhaneye güzellemeler yazmış şeyhülislamların yaşamış olduğu bir toplumun çocuklarısınız.

İnanan insanları huzursuz etmeyin.

Onlar hepimizin vicdanını rahatlatıyor.

Emin olun, korkulacak şeyler değil bunlar.

Hiç kimse bu ülkedeki kadınların başını kapatamaz.

Kimse bu ülkeyi şeriatın hükümleriyle yönetemez.

Burası "yaramaz çocuklardan" oluşan bir toplum.

Allah’ı seviyoruz, bu sevgiden vazgeçmeyiz.

Hayatın zevklerini de seviyoruz, bu zevklerden de vazgeçmeyiz.

Geleneğimiz, geçmişimiz, yapımız böyle.

Korkacaksınız, korkmanız gerekenlerden korkun.

Ama Balkan Savaşı’ndaki Osmanlı ordusu gibi davranır...

Biri "Malezya’ya benzeyeceğiz" diye bağırdığı için...

Birbirinizi çiğneyerek kaçmaya başlarsanız...

Hep beraber yeniliriz.

Siz, her bağırtıya inanmayın...

Burada biz yaşıyoruz.

Allah’ın yaramaz ve biraz şımarık çocukları...

Bizi kimse dinimizden de, hayatımızdan da vazgeçiremez.

Girdiğimiz siperden milim kımıldamayız...

Yeter ki aramızdan biri durduk yerde "düşman geliyor" diye bağırıp bizi korkulara salmasın.

Bu halkın Allah’la ilişkilerine fazla karışırsanız kızar.

Ama
onun dindarlığını sorgulamaya, onu Arap ülkelerinde görülen tarzda bir
dindarlığa zorlamaya kalkarsanız, ona da kızar. Üstelik bu sadece
İstanbul’da böyle değildir, "taşrada" da böyledir.




Powered by ScribeFire.

HA ŞÖYLE SADEDE GELİN


İHO
niçin var? Neden Kur’an kursları devlet tekelinde? Neden zorunlu din
dersi var bu memlekette? Aslında din dersi değil, “Din ve Ahlak Kültürü
dersi”; din dersi diye kandırıyorlar. Laikliğin erdemi üzerine yalan
yanlış şeyler öğretiyorlar çocuklara. Hoşgörü filan.. Bir ara Mustafa
Kemal'in sözleri ayet ve hadislerden fazla idi. Kur’an-ı Kerim'in ve
Resulullah'ın anlattığı İslâm değil, Mustafa Kemal'in tanımladığı
İslâm'ın misyonerliği yapılıyordu..

Neden devlet imamlara maaş verir, neden devlet zekat, fitre toplar ve hac organizasyonu yapar?.

Akıllı olun akıllı.

Cahillik etmeyin.

Laik devlet sizi ancak böyle “irtica” tehdidinden koruyor..

İmam Okulları “Kirby raporu”nun sonucu kuruldu. Atatürk kapattı, İnönü açtı, Menderes patlattı.

Köy Enstitüleri niçin açıldı ise İmam Hatipler de onun için açıldı.

İmam ve öğretmen, biri toplumun beynini, ötekisi yüreğini dönüştürecekti..

Biri Sünni aileleri sağ partilerin ucuz oy deposuna dönüştürecekti, ötekisi Alevi çocukları sol partilerin ucuz oy deposu..

Köyde imamla öğretmen kavga edecek ve rejim de sizi kurtaracaktı..

İmam Okulları aslında dinde reformu gerçekleştirecek çağdaş din adamı, yani yeni dinin misyonerlerini yetiştirecekti..

Bunu köyünde Köy Enstitüsü olan bir İmam Hatipli, yani ben söylüyorum..

Darbe marbe olacak diyorlar. Ne olursa olsun, darbe de yapsalar, reel politik putu onların da boynunu büker.

Evren Paşa ne diye geldi ne yaptı. Yine İmam Hatip diyecekler, yine Kur’an kursları olacak, yine Diyanet olacak. Yine zorunlu din dersleri olacak.

Bunu Müslümanlar istedi diye değil, bunu İslâm'ın emri diye değil,

İmam Hatib kapatılırsa Taliban gelir diye korkacaklardır..

Yani dini ve dindarları kontrol etmek için bu mekanizmayi ellerinin altında tutmaya çalışacaklardır..

Ne dinli, ne de dinsiz olmuyor..

Okulda
öğretilen din bile fazla geliyor kimine. Kimi oradan dinle bir ilgi
kurup, okulda öğretilenle yetinmeyip daha derin ilişkiler kuruyor..
Kimi böyle din olmaz olsun diye dinden soğuyor..

Allah'ın
indirdiği din yeri, göğü, ölümü ve hayatı açıklar. Ama okullarda
öğretilen din hiçbir şeyi açıklamıyor ve hiçbir sorunu çözmüyor.

Sonuçta alameti farikaları yok edilmiş bir din sözkonusu..

Devlet kesinlikle bu işten elini çekmeli.. Her şey özelleştirilirken dinin devletleştirilmesi anlamsız, garip, saçma..

Anayasanın eşitlik, laiklik ilkesine aykırı bir durum sözkonusu..

Devrim yasalarına göre Hacı-Hoca demek yasak ama imamlar devlet memuru, devlet Hac yönetmeliği yayınlıyor..

Ha cemaata bırakalım bu işleri deseniz; cemaat mı kaldı. Ne cemaat ne de tarikat bıraktılar..

Dini vakıflara el koydular, yağmaladılar, gasbettiler.. Dini vergileri toplayamıyoruz..

Önce toplumun özgürleştirilmesi gerek. Sonra cemaatın oluşması ve devletin bu işlerden el çekmesi şart..

Bu anayasada da bu sorunlar çözülmeyecekse, bu anayasa değişikliği niye yapılıyor ki?

Askere dokunmayacaksın, Diyanet'e dokunmayacaksın, resmi ideolojiye dokunmayacaksın! Neye dokunulacak peki?..

Kimileri işin farkında ve dini, Diyanet'i pençelerinden serbest bırakmak istemiyorlar..

İslâm, cami, cemaat Müslümanlara bırakılamayacak kadar önemli bir konu çünkü..(!)

Bu konuda tam anlamı ile oportünizme saplanmış durumdalar.. Bir yanlışı bile bile savunuyorlar..

İslâm ve Müslümanlar dışında herkese özgürlük, herkese insan hakkı, herkese demokrasi.. Bunu nasıl formüle edeceklerini bilmiyorlar.. İslâm ve Müslümanlar
olmasa, ne güzel bu işleri yoluna koyacaklar.. İlk kez bu dilemma bu
kadar açık bir şekilde ortaya çıktı.. Bakalım bundan sonra ne olacak,
kim ne yapacak?

Bu
konular ya da başörtüsü konusunda milletin gelinen noktadan bir adım
daha geri gitmeye kimsenin niyeti yok.. Benden söylemesi..

Selâm ve dua ile..

04/10/2007/ABDURRAHMAN DİLİPAK/vakit


Powered by ScribeFire.

İşte Malezya yalanları

04.10.2007

ABD
eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrooke’un ‘Ilımlı İslam’
modeli olarak Türkiye ile Malezya’yı benzer göstermesi, kartelde
anlamsız bir korku havası başlattı.


Ekonomisi
imrenilecek seviyede olan ve Müslüman çoğunluğun yanında gayrimüslim
azınlıkların da huzur içinde yaşadığı Uzakdoğu’nun parlayan yıldızı
Malezya, bir yandan karalandı, diğer taraftan da Türkiye’nin korkması
gerektiği tezi örneklendirilmeye çalışıldı. Kartel en acar muhabir ve
köşe yazarlarını Malezya’ya gönderdi ve kamuoyunu aydınlatmaya(!)
başladı. Ancak hiç de şaşılmayacak bir şekilde haberlerde yalan ve
çarpıtmalara yer verildi. Bu yalanlar öyle bir hâl aldı ki, Malezya’nın
yeni Kralı dava açmayı bile düşündü.

MALEZYA KÖŞKÜNDEKİ BAŞÖRTÜSÜNE BİLE TAHAMMÜL EDEMEDİLER

Muhabirini
Malezya’ya göndermeden önce yeni Kral Mizan Zeynel Abidin’in
seçilmesini haber yapan Hürriyet, başörtülü olan ‘first lady’ Nur
Zahire’nin bir ilk olduğunu yazdı. Bununla da yetinmeyen gazete, başta
muhalefet olmak üzere kamuoyunun rahatsız olduğunu iddia etti.
Hürriyet’in birinci yalanı başörtülü birisinin ilk defa Kraliçe olduğu
iddiası. Çünkü Malezya’da daha önce de başörtülü kraliçeler olmuştu.

KRAL, DAVA AÇMAYI DÜŞÜNDÜ

“Malezya
Kralı'nın dört çocuk annesi eşi Nur Zahire, modern Malezya tarihinin
ilk türbanlı kraliçesi oldu” ifadeleriyle haberi duyuran Hürriyet, Kral
Mizan Zeynel Abidin’i asıl kızdıran yalanını haberin devamında yazdı.
Zira, iddia edildiği gibi kamuoyu tepkili değildi. Zaten başörtüsü bir
ilk de değildi. Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi’nde öğretim
görevlisi olan yazarımız Dr. Serdar Demirel, uydurma haberi görünce
Kralın ne tepki verdiğini şöyle anlatıyor: “Akademisyen Malezyalı
arkadaşa bilgilenmek için sormuştum. O da kralın basın danışmanını
aramış, Türkiye’de çıkan haberleri aktarmıştı. Kralın basın danışmanı
kendisiyle görüşebileceğimi bildirmiş ve o gazeteler hakkında dava
açacaklarını beyan etmişti. Ben de, buna gerek olmadığını, zira bu
konunun Türkiye iç siyasetiyle alakalı olduğunu, hedefin Malezya değil,
Türkiye’deki hükümet olduğunu söylemiştim. Böylece konuyu kapamıştık.”

EN SABIKALI GAZETE HÜRRİYET

Malezya
yazılarında en sabıkalı gazete Hürriyet oldu. Genelde çizilmeye
çalışılan ‘korku’ tablosunu yalan ve çarpıtmalarla sağlamaya çalışan
gazete, şahit olarak da bölgeden marjinal insanları buldu. Malik İmtiaz
ve Haris Bin Muhammed isimi avukatların iddialarına yer veren gazete,
"11. Madde Hareketi" adlı bir sivil hareketten de bahsetti. Ancak
harekette adı geçen kişiler de Malezya’nın aykırı ve marjinal
insanları. Hareketleri de polis tarafından takip ediliyor.
Müslümanların diğer dinlere serbestçe geçebilmesini (irtidad)
savunuyorlar. Bu da Malezya toplumunda sıkıntıya sebep oluyor,
misyonerlik faaliyetlerini kışkırtıyor.

“PARALAR İSLAM BANKASINA” YALANI

Yine
kartel medyası tarafından Müslümanların paralarını İslam bankasına
yatırmak zorunda oldukları iddia edildi. Oysa böyle bir mecburiyet yok.
Sadece, Klentan Eyalet Yönetimi kurum olarak kendi paralarını bu
bankada değerlendiriyor, insanları da buna teşvik ediyor. Ama insanlar
diğer bankalara da paralarını yatırabiliyorlar. Bu eyaletin dışında
hiçbir yerde böyle bir uygulama da yok.

KADINLARIN DURUMU TÜRKİYE

İLE KIYASLANAMAZ BİLE

Kartelin
Malezya’yı karalama çabasının merkezinde elbette kadınlar yer alıyordu.
Kadınların sosyal ve kültürel alanda geri plana itildiğini iddia
eden
kartelin yalanı o kadar bariz ki, Malezya’daki kadınların durumu
Türkiye’deki hemcinsleri ile kıyaslanamayacak seviyede rahat. Anaerkil
bir topluma sahip olan Malezya’da kadın toplumun muharrik gücü. İş
hayatından bürokrasiye, akademiden memuriyete; toplum hayatının her
katmanında kadın çok aktif. Türkiye ile mukayesesi bile mümkün değil.
Kadının dışlanmasını bir tarafa bırakın, normal hayatın akışında erkek
kadına göre silik kalıyor. Gündelik hayatta kadın-erkek faaliyetleri
ise çok iç içe. Bu, hayatın tüm alanlarında böyle; televizyon
programlarında, akademik çalışmalarda, medyada, sanatsal faaliyetlerde.
Malezya’da neredeyse “ev hanımı” mefhumu yok. En azından metropollerde
böyle. Ayrıca, dünyada motosiklet kullanan
(tesettürlüler dahil) kadınlar sıralamasında Malezya ilk sıralarda
gelir. Kadın araba kullanıcısı Türkiye ile kıyaslanamayacak kadar
fazla. Ayrıca Malay kadınlar gündelik hayatta da çok rahat.

YALANDA SINIR YOK

Kartelin
haberleri, çarpıtmadan da öte yalan boyutunda. ‘Şehrin devasa reklâm
panolarında hep türbanlı kadın kullanılıyor’ şeklinde sunulan bilgi
tamamıyla yalan. Çünkü reklam panolarında her iki durum da mevcut.
Başörtülü kadınlar olduğu gibi, açık kadınlar da reklam panolarında yer
alıyor. Bütün afişlerde Malayca'nın altında bir de Arapçası olduğu
iddiası da yalan. Bazı yerlerde durum böyle. Kaldı ki o da Arap
turistlerinin uğradığı yerlerde. İkincisi, Malaylar Osmanlıların Arapça
harfleriyle kendi dillerini yazdıkları gibi öz dillerini bu harflerle
yazıyorlar, tabiî ki bazı yerlerde. Malezya’nın geneli itibarıyla
bunları zikretmek devede kulak bile sayılmaz.

GAYRİMÜSLİMLER DE

YALANLARA ORTAK EDİLDİ

Kartel
haberlerinde elbette Malezya nüfusunun yüzde 40’ını oluşturan
gayrimüslimler de yer aldı. Müslümanların bu grupları baskı altında
tuttuğunu ve kendilerine azınlık muamelesi yaptığını savunan kartel,
Malezya toplumunun sosyal ve tarihi gerçeğini bilmeden sadece şekle
bakarak bilgi aktarmış. Zira, gayrimüslimlere bazı alanlarda
sınırlamalar var. Ancak bu da “pozitif ayrımcılık” kuralı gereği.
Meselâ, ekonomide Çinliler hâkim. Ülkenin ekonomisinin yüzde 90’ını
onlar kontrol ediyor. Bu alanı tamamen ele
geçirmelerini önlemek için bazı kısıtlamalar getiriliyor. Örnek olarak
bazı yerlerde toprak satın almalarına izin verilmiyor. Pozitif
ayrımcılık hukukî gerekçesinin dışındaki alanlarda onlara hiçbir baskı
yok. Dinlerini, hayat tarzlarını tam bir hürriyet içerisinde
yaşayabiliyorlar. Müslümanlar oruç tutarken onlar hiçbir müdahale
olmaksızın açıktan ve restoranlarda yiyip içebiliyorlar.

SİVİL TOPLUM ÇOK HAREKETLİ

Malezya’da
sivil toplum örgütleri farklı alanlarda farklı hizmetler sunuyor.
Bunlar arasında muhafazakâr olanlar olduğu gibi seküler olanlar da
tabii ki var. Çin, Hint ve Malay toplumuna hitap eden ve toplumların
hassasiyetlerine göre faaliyet gösteren yapılanmalar olduğu gibi,
tamamını hedef kitlesi kabul eden sivil toplum örgütleri de var.

KARTELE MÜJDE: UÇAKTA FİŞLEME VAR

Malezya’daki
sosyal durum ve toplumsal huzura örnek olabilecek birçok olay aktarıldı
bu dönemde bize. Bunlardan sadece birisini bildireceğiz.

Bir
Türk yazar Malezya’da uçağa biniyor. Uçak havalandıktan sonra yiyecek
içecek servisine sıra geliyor. Türk yazar oruç tutuyor. Hostes
kendisine geldiğinde niyetli olduğunu söylüyor ve hostes hemen bir
kâğıda not alıyor. Yazar önce bir anlam veremiyor. Ancak havada iftar
vakti gelir gelmez yemeği koltuğuna getirilince her şey açığa
kavuşuyor. Yani, kartelin gayrimüslimlere baskı uygulandığını iddia
ettiği Malezya’da, gündüz vakti yiyecek-içecek servisi yapılıyor.
Niyetli olan yolculara ise hiçbir ayrım gözetmeden iftar vakti
yemekleri sunuluyor. Türkiye’deki benzeri uygulamaları fişleme olarak
nitelendiren kartelin bu tür bilgileri okurlarına aktarmaması ise
niyetini açıkça ortaya koyuyor.


Powered by ScribeFire.

2.10.2007

Ahlaksız herifler







Engin Ardıç

Ahlaksız herifler




Hiç unutmam, Beyoğlu’nun göbeğinde şakır şakır seks filmi oynatılıyor, İnci Sineması, tarih de 12 Eylül’den birkaç ay öncesi...

Ben
de o kaldırımdan geçiyorum... Sinemadan çıkan abazan kitlesi arasında
bir adam, önüm sıra yürüyor, bir yandan da yanında giden arkadaşına
bağıra çağıra yakınıyor: Ahlaksız herifler! Ahlaksız herifler!

Kulak kabarttım, herhalde filmdeki birtakım açık saçık sahnelerden rencide olmuş... Bilmeden, yanlışlıkla girmiş olmalı...

Meğerse,
kapıda sergiledikleri bazı cüretli görüntülerin filmde kesilmiş
olmasından, seyirciyi kandırmalarından yakınırmış! Sözünü ettiği ahlak,
ticaret ahlakı!

Eskiden Türkiye’de ticaret ahlakı yoktu.

Osmanlı
ahlakı çökmüş, gayrımüslimlerin çok köklü Hıristiyan ya da Yahudi
ahlakı yokedilmiş, memleketi yöneten anlı şanlı bürokrasi, yerine yeni
bir ahlak sistemi kuramamıştı. Geçerli olan “rüşvet yememeye” dayalı,
“ne kendisi gönenen, ne de kimseyi gönendiren” mazbut, yoksul ve
mıhsıçtı bir ahlak düzeniydi ama bununla da ekonomik gelişme
sağlanamıyordu.

Çetin Altan’ın babasının “kendisinden bir lira
fazla kazanana hırsız, kendisinden bir lira az kazanana ayaktakımı
gözüyle bakan” memur zihniyetiyle, sağlanamazdı da.

Ticaret
ahlakı kurulamamıştı, çünkü yöneticiler bir burjuva sınıfının doğmasına
izin vermemişlerdi. Aslında korktukları burjuva sınıfı değil,
sanayileşmeyle şehirlere gelip işçi sınıfına dönüşecek olan köylülerdi.
Maazaallah, sonra sosyalizm falan da çıkardı ortaya!...

“Devrimlerin
tutması” için, Türkiye’de sınıfların oluşmaması gerekiyordu.
“İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” palavrası, elbette bürokrat
diktasının sürebilmesi için de şarttı.

Yoksulluğu erdem sanan bu
“bozkır murtluğuna”, aptal solcularımız da destek verdiler. Onlar da
kuzeydeki model olan “Bolşevik yokluklarını ve darlıklarını” matah
kabul etmişler, eşitlik dengesini hep “aşağılarda” kurmayı özlemişlerdi.

Dolayısıyla,
“işçi kültürü” de oluşamadı. İşçiler, işçi değil, “fabrikada işleyen
köylü” olarak kaldılar. Grevlerde davul zurnayla halay çektiler.
İngiltere’de ya da Fransa’da grev yapan hiçbir işçi Midlands ya da
Auvergne bölgesinin “halk danslarını” oynamıyordu...

Bu ruhsuz, sevimsiz ve lezzetsiz dönemin serpintileri, yakın zamana kadar süregeldi.

Tüccar, “esas olarak kazık atmaya” yönelikti. Fatura matura da pek bilinmezdi.

Kitap
yayınlayıp telif ücretimi almaya gitiğim zaman yayıncının suratıma
pişmiş kelle gibi sırıttığını bilirim: Para mı? Ne parası?

Lokanta
yoktu, meyhane vardı. Hangi yemeğin kaç lira olduğunu, hangi mezenin
kaç kuruş yazacağını kimsecikler bilemezdi. Garsonlar müşteriyi
gözleriyle şöyle bir tartarlar, “tipine göre kime ne kadar
sokacaklarını” kestirip, okunması mümkün olmayan kargacık burgacık bir
hesap pusulası getirirlerdi, kazığa diklenecek olana da dayak hazırdı.

Bu
rezillik bugün de sürüyor da, “manita götürülen” birtakım deniz kenarı
balık boğuntularında sürüyor. Dağdan gelen ayı, istavrit gibi, bizim
yarısını kediye verdiğimiz çarçur balığa yüzlerce lira sökülüyor...

Ben
de, kapılarında “Avrupa tarzı” yemek listesi ve de fiyat listesi
bulunan, garsonun “mönü” getirdiği lokantaların arttığını görerek
seviniyorum.

Birçok ticarethane, fiş istemesen de zorla veriyor, faturayı “al da sonra istersen çöpe at” diyerek uzatıyor.

Avrupa Birliği’ne asla giremeyecek olsak bile, bu serüven sırasında, “son kullanma tarihi” diye bir kavramla tanıştık.

Çünkü
kapitalizm gelişiyor. Kurallarını da birlikte getirip koyuyor: Nasıl
süpermarket, aptal solcularımızın çok sevdikleri “kahraman bakkalı”
yokediyorsa, kayıtlı kuyutlu tacir de “çürükçü esnafı” kenara itiyor.

“Ne
gerek var efendim” diyerek eve bir buzdolabı alınmasına bile karşı
çıkan “İsmet Paşa yetiştirmesi” zavallılar da birer birer tarihe
karışıyorlar. Kendileri çeşitli dünya başkentlerinde fink atıp halka
“memur mazbutluğu” önerenler yani onların çocukları da çekilip
gideceklerdir. Halkı aç bıraktılar, halk da onları kovdu. Türkiye’de
yeni ve daha ileri bir dönem başlamıştır ve hiçkimsenin gücü, tarihin
çarkını “kırklı yıllara” çevirmeye yetmeyecektir. Savulun ulan, Türk
burjuvası -nihayet- geliyor! Burjuva gelirse, ardından adam gibi bir
işçi sınıfı da -nihayet- gelecektir.

Bunu otuz yıl önce yazsam beni vururlardı.


Powered by ScribeFire.

1.10.2007

irtica heberleri


THY uçağındaki cübbeli yolcu, yanına kadın oturtmadı




Milliyet yazarı Meral Tamer'in dünkü yazısında yer verdiği olay bugün her yerde konuşuluyor. İşte THY uçağında yaşanan bir olayın ayrıntıları...

8 eylülde sabah saat 10.00'daki Ankara-İstanbul uçağında yaşanan
tartışma, 22 Temmuz seçimlerinden önce herhalde düşünülemezdi Avukat
Ayhan Erol -ki kendisi 1982 - 2005 arası tam 23 yıl Türkiye Barolar
Birliği Disiplin Kurulu Başkanı olarak görev yapmıştır- 8 eylül sabahı
THY'nin saat 10.00 uçağıyla İstanbul'a gelmek üzere Ankara-Esenboğa'da
uçağa biner. Uçağın ortalarında, sağ tarafta, koridor üzerindeki yerine
oturur. Aynı sıranın sol tarafındaki 3 koltuk da boştur.

Biraz sonra, taba rengi cübbesi ve başında takkesiyle gözlüklü-sakallı
70 yaşlarında bir bey, aynı sıranın sol pencere kenarındaki yerine
yerleşir. Hemen ardından da 40 - 45 yaşlarında 2 hanım, o beyin
yanındaki 2 boş koltuğa otururlar.

Ve kısa süre sonra o koltuklardan bir gürültü kopar. Cübbeli bey
kadınlara "Siz burada oturamazsınız; benim yanımda erkek oturması
lazım. Ben kadınlarla oturmam," diye bağırmaktadır.

Ayhan Erol'un ister istemez kadınların kıyafetlerine gözü takılır.
Kesinlikle açık-saçık değildirler; bir yaz gününde giyilebilecek normal
kısa kollu bluz, altına da pantolon giymişlerdir.

Bu bağrışma üzerine Erol'un bir sıra önünde orta koltukta oturan 25
yaşlarında delikanlı ayağa kalkar ve cübbeli beyin istediği şekilde yer
değiştirmeye talip olur. Ancak Erol itiraz eder: "Ne münasebet; lütfen
oturun kendi yerinize. Eski köye yeni adet mi getiriyorsunuz; uçakta
erkek-kadın ayırımı olmaz!" Ve delikanlı yerine oturur.


Hostesin şaşkınlığı


Cübbeli bey bunun üzerine hostes hanımı çağırır ve "Ben kadınlarla
oturmam. Ya bu kadınları benim yanımdan kaldırın, ya da beni" diye
dayatır. Hayretler içinde kalan hostes, ne diyeceğini bilemez.
Anlaşılan ilk kez böyle bir taleple karşılaşmaktadır.

Öndeki sırada oturan delikanlı, yeniden bir hamle yaparak "Tamam yer
değiştirelim" der. Erol da delikanlıyı omzundan tutup yerine oturtur ve
aralarında şu konuşma geçer:

Erol: Lütfen gitmeyin. Ya kendisine ait olan yerde oturacak, ya da kaptan onu uçaktan indirecek.

Genç delikanlı: Ama saygı duymak lazım bir yerde.

Erol: Neye saygı duyuyorsunuz? Adam yobaz, yanına kadın oturmasını
istemiyor, olay çıkarıyor. Düşüncesini eyleme dönüştürüyor. Siz neye
saygı duymaktan söz ediyorsunuz?

Ve herkes yerli yerinde otururken uçak havalanır. Birkaç dakika sonra
yan koltuktaki hanımlardan biri "Ay ben burada oturamayacağım;
mütemadiyen dırdır konuşuyor" diyerek ayağa fırlar. Delikanlı bu kez
Erol'u dinlemez ve adamın yerine geçer. Adam da delikanlının yerine
otururken Erol kendini tutamaz:

Osmanlı kıyafetiymiş.

Erol: Senin yaptığın ayıp değil mi?.

Cübbeli bey: Sen ne karışıyorsun?.

Erol: Bir kez senin kılık kıyafetin falso...

Cübbeli bey: Bu Osmanlı kıyafeti.

Erol: Osmanlı yıkılalı 80 yıl oldu. Kılık-Kıyafet Kanunu var...

O sırada bir el dokunur Ayhan Erol'un omzuna. Dönüp baktığında tam
arkasındaki koltukta oturan türbanlı, orta yaşlı bir kadın "Hacı Amca
çok yanlış yapıyor," der. Bu arada yer değiştiren delikanlının ön
sırasındakiler de delikanlıya "Siz yanlış yaptınız; yerinizi
değiştirmeyecektiniz," diye sitemde bulunurlar.
Havada yaşanan bir başka olayla ilgili haber ise DHA muhabiri Vahida Yanık'ın imzasını taşıyor....


'Uçağı kıbleye çevirin, namaz kılacağım'


Vahide YANIK DHA


ALMANYA'dan Türkiye'ye seyahat eden bazı yolcuların uçakta namaz kılmak
istedikleri, bunun için de hostesten pilotun uçağın yönünü kıbleye
çevirmesini istedikleri iddia edildi. Hosteslerin en çok karşılaştığı
sorulardan birinin de kıblenin yönü ile ilgili olduğu belirtildi.

Uçuş harekat uzmanlarının kurduğu Dispeçerler Derneği (ACDA) Yönetim
Kurulu üyesi Çağatay Uysal, uçuş sırasında kabin ekibinin yolcuların
farklı talepleriyle karşılaştığını söyledi. Bunlardan en ilgincinin
yolcuların, uçağın yönünün kıbleye çevrilmesi olduğunu kaydeden Uysal,
şöyle devam etti:

“Bazı yolcular, namaz kılmak için hostesten, pilota uçağın yönünü
kıbleye çevirmesini söylemesini istiyor. Bazı yolcular ise kıblenin ne
tarafta olduğunu soruyor. Bu tabii ki mümkün değil. Hostesler ise
genellikle ‘kıble kalbimizde’ diye yanıt veriyor. Bu sorular daha çok,
Almanya'nın Köln, Düsseldorf, Hollanda'nın başkenti Amsterdam ve
Avusturya'dan Türkiye'ye seyahat eden yolculardan geliyor.'' Uysal,
genellikle namaz saatleri yaklaşınca bu soruların geldiğini belirterek,
“Uçakta namaz kılmak isteyen yolcular kıbleye dönüp namaz kılmak
istiyor, ama bunu saptamak mümkün değil. ‘Kıble ne tarafta’ diye soran
yolcuya, ‘Kıble içimizde’ diyoruz. Kıbleyi soran ya da uçağın yönünü
kıbleye çevirmek isteyen yolculara yardımcı olamıyoruz'' diye konuştu.


Apronda namaza inceleme


DİNÇER ŞEREF / Milliyet


İstanbul Atatürk Havalimanı'nın apronunda çarşaflı ve sarıklı bir
çiftin namaz kıldığının ortaya çıkması üzerine İstanbul Valiliği
inceleme başlattı. Vali Yardımcısı M. Ali Ulutaş, ihmali olanlar
hakkında soruşturma başlatılacağını söyledi.

Atatürk Havalimanı'nda geçtiğimiz perşembe akşamı İzmir'e gidecek
uçağın rötar yapması üzerine sarıklı cüppeli bir erkek ile çarşaflı bir
kadın apronda namaza durdu. Hiçbir engellemeyle karşılaşmayan çiftin
namaz kılma anı uçağın yolcularından biri tarafından görüntülendi.
Çiftin THY'nin 338 sefer sayılı uçağıyla İzmir'e gittiği öğrenildi.
Görüntünün basına yansımasının ardından havalimanından sorumlu İstanbul
Vali Yardımcısı M. Ali Ulutaş olayla ilgili olarak inceleme
başlatıldığını belirtti.

Ulutaş, ihmali belirlenen görevliler hakkında soruşturma açılacağını
kaydetti. Atatürk Havalimanı apronunda deve kesilmesi tartışma
yaratmış, yine apronda Irak'tan gelen Azmar Havayolları'na ait uçağın
pilotları namaz kılmıştı



Powered by ScribeFire.