21.11.2007

Kız lisesinde namaz baskısı' haberi de katmerli yalan çıktı






'Kız lisesinde namaz baskısı' haberi de katmerli yalan çıktı

Amasya'da türban takmaya ve namaz kılmaya zorlanan 4 kız öğrencinin okulu bıraktığı yönündeki haberlerin asılsız olduğu ortaya çıktı. Dün bazı gazetelerin manşetinde yer alan iddia, valilik ve il milli eğitim müdürü tarafından yalanlandı.


Anadolu kız meslek lisesine bağlı pansiyonda baskıya maruz kaldıkları ileri sürülen çocuklardan 3'ünün pansiyonda hiç kalmadığı belirlendi. Diğer öğrenci de, dinî faaliyetle suçlanan müdür yardımcısı göreve başlamadan önce pansiyondan ayrılmış. "Dinci baskıya karşı çıkan öğretmenlere nöbet tutturulmuyor." dediği ileri sürülen Türk Eğitim-Sen şube başkanı, böyle bir ifade kullanmadığını açıkladı.

İl Milli Eğitim Müdürü Necati Akkurt'un dün yaptığı yazılı açıklama da çarpıtma olayının vahametini gözler önüne serdi. Öğrenciler H.D., G.D., Ş.Ç. ve Ş.D.'ye, din kültürü dersi öğretmeni Ahmet A. ile kaldıkları pansiyonun müdür vekili Özlem Y. tarafından baskı yapıldığı iddiası üzerine inceleme başlattıklarını anlatan Akkurt, elde ettikleri sonucu şöyle özetledi: "4 öğrenciden H.D., G.D. ve Ş.Ç., okulun pansiyonunda hiç kalmadı. Bu öğrencilerin aileleri Tokat'ın Turhal ilçesinde iş bulduğu için çocuklarının naklini o bölgeye yakın olan Aydınca Lisesi'ne aldılar. Diğer öğrenci Ş.D., 20-27 Eylül tarihleri arasında okulumuz pansiyonunda bir hafta kaldı. Haberde ismi zikredilen okulumuzun pansiyonundan sorumlu müdür yardımcısı Özlem Y. ise 1 Ekim'de göreve başlamıştır. Bu nedenle kız öğrencilere herhangi bir dinî baskı yapmış olması mümkün değildir. Zorlama veya baskı iddiasıyla ilgili olarak bize herhangi bir şikâyet gelmedi. Öğrenciler, veliler veya sendika temsilcisi dilekçe vermedi."

Amasya Anadolu Kız Meslek Lisesi 9 ve 10. sınıf öğrencileri olan ve yaşları 16 ile 17 arasında değişen H.D., G.D., Ş.Ç. ve Ş.D.'nin, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenleri Ahmet A. ve kaldıkları pansiyonun müdür vekili Özlem Y. tarafından namaz kılmaları ve kapanmaları yönünde baskı gördükleri iddiası asılsız çıktı.

Konu hakkında yayınlanan haberler üzerine inceleme başlatan İl Milli Eğitim Müdürlüğü, 'dinî baskı' ifadelerinin gerçek dışı olduğunu ortaya çıkardı. Amasya Milli Eğitim Müdürü Necati Akkurt, yaptığı yazılı açıklamada, 4 öğrenciden H.D., G.D. ve Ş.Ç.'nin kız meslek lisesi pansiyonunda hiç kalmadığını belirtti. Dinî baskı iddiasıyla kendilerine şikayet gelmediğinin altını çizen Akkurt, ayrıca pansiyonda erkek öğretmen görevlendirilmediğini hatırlattı. Akkurt, "Okulun kadrosunda bulunan 14 bayan öğretmene belletici olarak görev verilmektedir. Ayrıca yaptığımız denetimlerde pansiyonda başı kapalı çalıştığı öne sürülen müdür yardımcısı Özlem Y.'nin kılık kıyafet yönetmeliğine uygun olarak çalıştığı gözlemlenmektedir." şeklinde konuştu. Din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni Ahmet A., okulda her şeyin şeffaf olduğuna vurgu yaparak, baskı ve zorlamanın söz konusu olmadığını belirtti. Geçen yıl hakkında ortaya atılan iddianın asılsız olduğunun günyüzüne çıkmasına rağmen böyle bir haber yapıldığına dikkat çeken Ahmet A., hakkındaki iddiaların gerçeği yansıtmadığını bildirdi. Yurt müdür yardımcısı Özlem Y. ise habere konu olan öğrencilerden sadece bir tanesinin yurtta kaldığını ve onun da 27 Eylül'de yurttan ayrıldığını söyledi. Toplu namaz ve dini baskı gibi bir durumun söz konusu olmadığını vurgulayan Özlem Y., veliler ile yurtta kalan öğrencilerin bu konuda hiç şikayetçi olmadığını sözlerine ekledi.

'Muhabir, açıklamalarımı çarpıtmış'

Türk Eğitim-Sen Amasya Şube Başkanı Kamil Terzi, haberde yer alan açıklamanın kesinlikle kendisine ve sendikaya ait olmadığını bildirdi. Kendisine sorulan pansiyonla ilgili bir soru üzerine nöbetler konusunda açıklamada bulunduğunu belirten Terzi, "Açıklamalarım çarpıtılmış." diye konuştu. Öğrenciler ise okullarında kesinlikle bir baskının söz konusu olmadığını söyledi. Daha önce de okulları hakkında benzer haberler yapıldığını ifade eden öğrenciler, bu tür haberlerle okullarının gündeme gelmesinin kendilerini rahatsız ettiğini kaydetti. Lisede öğrenim gören ve pansiyonda kalan 9. sınıf öğrencisi Ö.H., "Okuldan ayrılan arkadaşlarımız okulu beğenmedikleri veya uzak buldukları için bahane uydurmuşlardır. Okulumuzda hiçbir zaman baskı görmedik." dedi.

Burçin Dokgöz / Çorum
22 Kasım 2007, Perşembe











15.11.2007

60-70 Yıl Önceki Türkiye

Milli Gazete

Mehmet Şevket Eygi
60-70 Yıl Önceki Türkiye
Mehmet Şevket Eygi
14.11.2007

ALTMIŞ, yetmiş yıl öncesi, bugünküne hiç benzemeyen bambaşka bir Türkiye vardı. O günün Türkiye’sinden bazı bilgileri rastgele yazıyorum.

Nüfus, 20 milyonun altında, halkın yüzde 80’i köylü. En fazla içilen sigara Köylü sigarası... Zamanımızda köylüler filtreli Marlboro sigarası tüttürüyor.

Fakirlik diz boyu yahut gırtlağa kadar. İkinci Dünya Savaşı yıllarında (1939-45) çok fakir ve sefil vatandaşların yerlerden sigara izmariti topladıklarını görmüşümdür.

İstanbul’da ekmek vesikayla. Lokantada yemek yiyebilmek için ekmek vesikası vermen gerekiyor. Galatasaray’ın ilk kısmında okurken, hafta tatilinde evlerine gidecek çocuklara, tatil günleri için ekmek karneleri verilirdi.

O zaman iklimler bugünkü gibi değildi. Kışın hayli kar yağardı ve İstanbul caddelerinin iki tarafında kar yığınları bulunurdu. Ahşap evlerin çatılarından donmuş yağmur suları sarkaçlar oluştururdu.

Sokaklarda başları şapkalı, fakir Yahudi eskiciler dolaşırdı. Kendi aksanlarıyla “Eskiler alayim...” diye bağırırlardı. Beygirlerin iki tarafındaki küfelerde bulunan sebzeleri satan zerzevatçılar vardı. “Patlıcan, kabak, pırasa, domates!..” Bunları notalı bir şekilde bağırırlardı. Silivri yoğurtçuları çıngıraklarla satış yaparlardı.

Beyoğlu’ndan hafta sonunda, Cağaloğlu’nda oturan Hamdune Teyzeme gelirken, İran sefarethanesinin altındaki sokaktaki şıracıdan bir bardak şıra içmeden geçmezdim. Bardağı 5 kuruş muydu, 10 kuruş muydu, unuttum.

Tramvaylar öğrencilere üç kuruştu. Şirket-i Hayriye vapurları altı kuruş... Günlük gazetelerin fiyatı beş veya on kuruş...

Sirkeci’deki meşhur işkembecide on-onbeş kuruşa bir tas çorba içebilirdiniz.

İstanbul kışın kok kömürüyle ısınırdı. Aile başına fakirlere 500 kilo, tuzu kurulara 1 ton kömür verilirdi.

Bugünkü gibi karayolları şebekesi yok. Rize’den İstanbul’a otobüsle gelemezsiniz. Bacalarından buram buram simsiyah dumanlar püskürten buharlı yolcu vapurlarına binilirdi. Trenler kömürlü lokomotiflerle çekilir, ağır aksak yol alırdı. Sadece, Milli Şef İsmet Paşa’nın kendisine mahsus bir “Beyaz Treni” vardı. Lüks mü lüks, konforlu mu konforlu... 1938’de büyük Erzincan zelzelesi olduğunda oraya Beyaz Trenle gitmiş, sabaha kadar poker oynamış.

30’lu, 40’lı yıllarda tarihî camilerin onda sekizi kapalıydı yahut satılmış veya kiraya verilmişti. Yeni cami yapımına izin verilmezdi. Hacca gitmek yasaktı, Ezan-ı Muhammedi okumak yasak. 30’lu yıllarda Bursa’da Müslümanın biri Ulu Camii’nin minaresine çıkmış, Arapça ezan okumuş. Ertesi gün leş kargası dinsiz gazeteler “İrtica Hortladı!” diye manşetler attılar, yer yerinden oynadı. Ezan okuyan Müslümanın anasını ağlattılar.

O tarihlerde Türkiye’de hiçbir erkek vatandaş baş açık gezmezdi. Şehirliler fötr veya melon şapka, kırsal kesim kasket... Kasketliler camide namaz kılarken, serpuşlarını ters çevirirlerdi. Okul öğrencileri de kasket giyerdi. O zamanlar camilerde hiçbir Müslüman baş açık namaz kılmazdı.

İstanbul’un Valisi ve Belediye Reisi aynı şahıs olurdu, devlet tarafından tayin edilirdi.

Bütün Türkiye’deki lise sayısı 40’ı geçmiyordu.

Cebinde yabancı para bulundurmak suçtu, bulunduranlar tutuklanıyordu.

İstanbul’un meşhur suları vardı, mesela bakkallarda beş litrelik şişeler içinde Sarıyer Çırçır suyu satılırdı. Şişelerin ağızları kurşun mühürle kapalıydı. Karakulak suyu, Taşdelen, Büyük Çamlıca, Küçük Çamlıca, Tomruk, daha onlarca, yüzlerce; her biri diğerinden leziz sular. Bu sular da bitti, su kültürü de bitti.

40’lı yıllarda babam İstanbul’a geldiğinde beni Sirkeci’deki Konya Lezzet Lokantası’na götürürdü. İki katlı ahşap bir bina. En az altı çeşit çorba olduğunu hatırlıyorum. O zamanın yemeklerinin lezzeti de değişikti. Türkler ve Müslümanlar sığır eti yemezlerdi, koyun eti tüketirlerdi. Koyunun türleri vardı: Kıvırcık, dağlıç, karaman...

İstanbul’da en büyük eğlence sinemaya gitmekti. Taksim’deki sinemada Arap filmleri oynatılırdı, muhafazakâr kadınlar onlara giderler, faciaları seyrederken çok ağlarlardı. Bunlar şarkılı filmlerdi, Türkçe şarkıları Saadettin Kaynak okurdu.

O tarihlerde yazın yaz sebzeleri, kışın kış sebzeleri yenilirdi. Kış aylarında manavlarda domates bulunmazdı. Bugünkü marketler olmadığı için alışverişler bakkallardan yapılırdı. Beyoğlu Balık Pazarı’nda çok kaliteli gıda maddeleri satan iki Rum bakkal vardı: Ermiş ve Nea Agora...

O tarihlerde insanlar veremden, sıtmadan, bir bölge halkı da frengiden ölürdü.

Camilerde ve minarelerde hoparlör yoktu.

Din hocası yetiştiren bütün okullar, kurslar, fakülteler kapalı olduğu için gizli şekilde ve bin bir çile çekilerek hoca yetiştirilirdi. Doğu ve Güneydoğu bölgesinde yüzlerce (bazıları binlerce olduğunu iddia ediyor) özel medrese vardı. Of’ta ve Hendek’te de çok hoca hafız yetişmişti. O karanlık devirlerde din hizmetlerini sahipsiz bırakmayan hocalara minnet borçluyuz.

Basın hürriyeti yoktu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, İsmet Paşa’nın hanımı Beyaz Trenle Ankara’dan İstanbul’a gelmiş, gazeteler bunun haberini birinci sayfadan vermişler. Sadece Tasvir gazetesi üçüncü sayfada yazmış, sıkıyönetim tarafından bu yüzden kapatılmış.

Türkiye’de tek parti rejimi vardı. Seçim zamanı Ankara’da listeler hazırlanır, bastırılır, ülkeye dağıtılırdı. Seçimler açık oy verme ve gizli tasnif (oyları sayma) usulüyle yapılırdı. Neticede CHP yüzde 99,999 seçimleri kazanırdı. Egemenlik ulusun değil mi?..

Hakkâri’ye yol yokmuş, yeni tayin edilen Vali Bey günlerce süren bir katır yolculuğundan sonra makamına oturabilirmiş.

Daha yazacak çok şey var...

12.11.2007

Türban beğendiremedik, Bürünçek verelim!

13.11.2007

Türban beğendiremedik, Bürünçek verelim!
HASAN KARAKAYA

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nın kuruluş tarihi 1081... Türk Zabıta Teşkilâtı'nın kuruluş tarihi 1826... Türk Polis Teşkilâtı'nın kuruluş tarihi 1845... Jandarma Genel Komutanlığı'nın kuruluş tarihi 1839... Yargıtay'ın kuruluş tarihi 1868... Danıştay'ın kuruluş tarihi 1869...

Bunları, şunun için hatırlattım... Bugün, "hamasi nutuklar" atmaya hevesli hemen herkes, her ağzını açtığında; "köklü bir tarihimiz" ve "şanlı bir geçmişimiz" olduğundan söz etmeyi çok sever...
Gerçekten de; bizim şanlı bir tarihimiz, köklü bir geçmişimiz vardır... Bırakın ötesini-berisini; "Anadolu'nun Türkleşmesi"nin kökeni, 1071'deki Malazgirt Meydan Muharebesi'ne ve 1299'da kurulan Osmanlı Devleti'ne dayanır.
Peki, bu devletlerin hiç mi "gelenek"leri, "görenek"leri ve "inanç"ları yoktu?..
Elbette vardı ve her gelenek ve göreneğin temeli İslâm'a dayanıyordu... Evet, "bizi biz yapan" değerlerin başında "din" geliyordu... Din, yani İslâm!..
Şimdi; Deniz Kuvvetleri'ni, Zabıta'yı Polis'i, Jandarma'yı, Yargıtay'ı ve Danıştay'ı kabul edip de, onları şekillendiren "İslâm'ın emir ve yasakları"nı, dolayısıyla "başörtüsü"nü reddetmek; ne "akıl"la bağdaşır, ne de "mantık"la!.. Bu, "bütün"ü kabul edip, "parça"larını reddetmek gibidir ki; bu tavır, tek kelimeyle "abesle iştigal"dir!..
TÜRK KÜLTÜRÜNDE BAŞÖRTÜSÜ
Kaldı ki; adına ister "başörtüsü", ister "türban", isterse "yaşmak" veya "yazma" deyin, baş örtmek; "Türk tarihi"nin ve "Türk kültürü"nün her döneminde vardır!..
Bazı rektörler veya daha başka örtü düşmanları, zaman zaman şöyle inciler yumurtlarlar:
"Hükümetin YÖK'le ilgili çalışmalarının altında türbana serbestlik çabası yatmaktadır. Türk kültüründe bulunmayan böylesine bir kıyafetin tamamen siyasal anlamda, İslâmi anlamda siyasallaştığı bir kıyafetin üniveriteye girmesi de zaten mümkün değildir."
Bu rektörlerin;
"Türk kültüründe bulunmayan bir kıyafet!." sözü üzerinde biraz durmak istiyorum...
Hemen herkes biliyor ki; "Türk kültürü"nde de, "Atatürk'ün söylevleri"nde de "tesettür" ve "başörtüsü"nün ayrı bir yeri vardır!..
"Türk kültüründe olmayan bir kıyafetin üniversiteye girmesi mümkün değildir!" diyen adamlar, acaba hangi "kültür"ün ve "hangi milliyet'in mensubudur?.
Görünen o ki;
Bunlar "Atatürkçü" değildir!.. Çünkü, Atatürk'ün "Söylev"inden haberleri yok!..
Korkarım ki;
Bunlara "Türkçü" demek de mümkün değildir!.. Zira, "Türk tarihi"nden habersizler!..
Efendim;
"Örtü şekilleri"ni aldığımız kitap, Kültür Bakanlığı Yayınları arasında çıktı... "Türk Kültür Tarihine Giriş" adlı kaynak eser, Prof. Dr. Bahaeddin Ögel tarafından hazırlanmış... Kitabın alt başlığı ise, "Göktürklerden Osmanlılara Türklerde Giyecek ve Süslenme" şeklinde... Eserde, binlerce yıllık Türk tarihinde kullanılan kadın kıyafetleri tanıtılıyor.
Kültür Bakanlığı Yayınları’ndan çıkan kitaptaki bütün resimlerde; başörtüsü "ortak giysi unsuru" olarak görülüyor... Bir başka ifadeyle hem İslâm kaynakları, hem Anayasal bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı Din İşleri Yüksek Kurulu ve hem de "Türklerin milli kültürleri"ne ait eserlerin birleştiği bir nokta var:
"Başörtüsü kadınımızın, dinî ve millî kıyafet unsuru"dur...
Bir başka ifadeyle, "dinî ve millî kıyafetimiz"dir!..
Eserde yer alan "başörtülü kıyafetler"den bazılarının isimleri şöyle:
¥ Özbek Doğu Türkistan Türklerinde Tepeli Bürünçek (Bürünçek=Başörtüsü)
¥ Türkmenistan'da Nohurla Türkmenlerinde Bürünçek
¥ Fatih Albümünden Ortaasyalı Bürünçekli Kadınlar
¥ Anadolu'dan çeşitli bürünçekler
Bakın, Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, kitabına aldığı "Bürüncek/Bürünçek örnekleri" ile ilgili olarak ne diyor:
"Bürüncük sözü, bürünmek gibi, eski ve özlü bir Türk kökünden gelmiştir. Mânâsı da her çağda, "kadın başörtüsü" anlayışında idi... "Selçuk Çağı"nın başlarına ait kaynaklarda bu söz, bürünçük şeklinde görülür... "Çağatay Türk ağızları'nda ise, bürünçek şekline girmiştir. Anadolu'da da, bürüncek veya bürümcek gibi, söylenişlerine rastlanır...
Anadolu, bu bakımdan diğer Türklerden çok daha zengindir. Anadolu'dan derlenmiş, bürünmek kökü ile ilgili şu örnekler bizim bu iddiamızı daha çok destekleyecektir.
Bürgü, bürme, bürmek, bürüngeç, bürünçek, bürü, bürük, bürümbe, bürümedi, bürüntü gibi... Türk kültür tarihi bakımından gerçekten değerli olan bu deyişlerin hepsi de, kadın başörtüleri ile ilgili Anadolu Türk sözleri idiler."
Bilmiyorum daha fazla söze hacet var mı?..
Kaynak da ortada, "delil"ler de... Sayın rektörler; tüm bu "belge"lerden sonra, “örtü” için hâlâ, "Türk kültüründe bulunmayan bir kıyafet!" diyebilecek midir, gerçekten merak ediyorum!..
Eğer derlerse, "zırcahil" damgasını yemeye şimdiden hazır olsunlar!..
BAŞÖRTÜSÜNE TÜRBAN DE, SAVAŞ!
Peki, daha önceki yazılarımda da gündeme getirdiğim "Türk tarihinde örtü" konusuna niye yeniden girdim?..
Girdim, çünkü;
"Türban" diyerek, aslında "başörtüsü" ile savaşanlara "tarihten deliller" sunmak istedim...
Efendim, basına da yansıdı...
ANAR adlı araştırma şirketinin Hazar Eğitim ve Dayanışma Derneği için gerçekleştirdiği bir "Türban" araştırması varmış...
Adı geçen araştırmalarda, büyük çoğunluk, örtüsünün, "türban" değil, "başörtüsü" olduğunu söylüyormuş...
Peki, başlarına "örtü" takanlar, ona "başörtüsü" derken, "kafalarını türbana takanlar" ona niye "türban" diyor ve niye sürekli bu kelimeyi dayatıyor?..
Bunu, derneğin araştırması için yorum yazan İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Ferhat Kentel'den okuyalım:
"Başörtüsü meselesi, 'türban sorunu' olarak tanımlanıyor. Oysa, araştırmada, konunun birinci derecede muhatapları, % 79 oranında başlarını örttükleri nesneye 'başörtüsü' diyor.
Türban kavramını kullananların oranı, sadece % 6. Türkiye geleneklerine ait bir kelime olan başörtüsü, onu takmayanlar tarafından türbana dönüştürüldü. Başörtüsü, babaannelerin kullandığı ve reddedilemeyecek bir kelimeye ve işarete tekabül ettiği için, bir yabancılaştırma operasyonuyla, türban olarak ilân edildi ve savaş açıldı."
Bu "tesbit ve teşhis"e lütfen dikkat edin!..
Ne diyor Prof. Ferhat Kentel:
"Başörtüsü, onu takmayanlar tarafından Türban'a dönüştürüldü... Başörtüsü, bir yabancılaştırma operasyonuyla Türban ilân edildi ve savaş açıldı!..
Aynen, "İslâm" diyemeyip "irtica" demek gibi!.. Aynen "Müslüman" diyemeyip, "irticacı" demek gibi!..
Demek oluyor ki;
"Başörtüsü" ile savaşacaksan, onu önce "Türban"a dönüştüreceksin!.. "İslâm" ile savaşacaksan, onu önce "irtica"ya çevireceksin!..
Sonra da diyeceksin ki;
"Biz, halkımızın kullandığı başörtüsüne karşı değiliz!.. Bizim karşı olduğumuz, siyasal bir sembol haline getirilen Türban'dır!"
Höst!.. Çüüşş... Ohaa!..
Ulan, "başörtü"sünü "türban"laştıran, "İslâm"ı "irtica"laştıran, "Müslüman"ları "mürteci"leştiren, sonra da bunlara savaş açan zaten sensin!.
Kimi kandırıyorsun sen?.. Milleti çocuk mu sandın?..
HANGİSİ ÖRTÜ, HANGİSİ TÜRBAN?
İşte size "fotoğraf" ve "resim"ler!..
Yukarıdakiler "bugünün Türkiye'si"nden, aşağıdakiler de "dünün Türkiye'si"nden!..
Seçin, beğenin, alın!..
"Bürgü" mü istersin, "bürünçek" mi, yoksa "bürüngeç" mi?..
"Başörtüsü" mü istersiniz, "türban" mı?..
Haa sahi, şu yukarıdaki fotoğraflara bakın da, cevap verin bana: Bu hanımların başındaki "örtü"lerden hangisi "başörtüsü"dür, hangisi "türban"dır?.. Hangisini kabul ediyorsanız, onu söyleyin de, artık "bitsin bu zulüm!"
"Türban"ı beğenmediyseniz, "bürünçek" verelim!..
Eğer, "bürünçek de olmaz" diyorsanız, bırakın "köklü tarihimiz, şanlı geçmişimiz" nutukları atmayı!..
Ve ayrıca, "bilmem kaç yüzüncü yıldönümü kutlamaları"ndan da vazgeçin!..
Zira, "başörtüsü" de, yıldönümünü kutladığınız kurumlar kadar "eski" ve "köklü"dür!..
Var mı aksini iddia edecek bir ahmak?..
------------
Ben bugün “millet” değilim!
İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ve “Filistin’in Demirel’i” denilen Mahmut Abbas bugün "milli irade”nin tecelligâhı olan TBMM’de konuşacaklar!..
Şahsen ben, bir “terör devleti” olan İsrail’in Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in, “benim Meclis’im”de, yani “Milletin Meclisi”nde konuşma yapmasını hazmedemiyorum.
“Felçli bir ihtiyar” olan Şeyh Ahmet Yasin’i hem de “Bakanlar Kurulu kararı” ile “bir sabah namazı” sonrası “tekerlekli sandalyesi”nde “füze ile” vurdukları için!..
Lübnan’da “ağzı emzikli bebekleri” hunharca katlettikleri için!.. Kuzey Irak'taki teröristleri eğittikleri için!..
En önemlisi de, bütün Türk milletini "keriz, aptal, enayi" yerine koydukları için!.. Evet, Peres denilen adam; Hatay'ın Hassa ilçesi yakınlarına "İsrail uçağından düşen yakıt tankı" için resmen ve alenen dalgasını geçti!.. O yakıt tankı için, "Rüzgâr uçurmuş olabilir" dedi, iyi mi?!?.. Hayır, bunu yutacak bir keriz değilim ben!.. Dolayısıyla, "Milletin Meclisi"nde konuşacağı "bugün" için, ben "milletlik"ten istifa ediyorum!..
Orada, "eli kanlı" adamlar konuşamaz! "Devlet"in neresinde konuşursa konuşsun, ama "Milletin Meclisi"nde konuşamaz!..

4.11.2007

Bu haber essah olabilirmi?

Üniversiteli kız, cinci hocanın tacizini anlattı
İmamın eşine �Rahminde cin var� diyerek tecavüz ettiği iddia edilen türbe müdürünün, bir genç kıza da tecavüze kalkıştığı öne sürüldü

İmamın 23 yaşındaki eşine �Rahminde cin var çıkartmam gerek� diyerek tecavüz ettiği iddia edilen türbe müdürünün, 20 yaşındaki üniversiteli bir genç kıza da tecavüze kalkıştığı öne sürüldü

Adana�da, bir cami imamının nikahsız eşi F.K.�ye tecavüz ettiği iddiasıyla hakkında 22 yıl 6 ay hapis istemiyle dava açılan Çoban Dede Türbesi�nin sorumlusu Yücel Uğur Kılıçyaldır (61) hakkında yeni bir suçlama daha geldi. Haberi okuyan ve bir üniversitede işletme eğitim gören 20 yaşındaki Z.Ç. şunları söyledi: �Sözlümle sık sık ailelerimiz nedeniyle tartışıyorduk. Ayrıca üniversite sınavına girecektim. Aramızın düzelmesi ve sınavı kazanmam için sık sık türbeye gidip dua ediyorduk. Bizden para alıp yarısını cebine koydu. Yarısını da bozukluk halinde bize vererek �Cebinize katın. İşiniz düzelecek� dedi. Değişiklik olmadı. Daha sonra gittiğimizde bize �şeker alın hayır yapın�diyerek üzerimize okudu. Bize kendisini din adamı olarak tanıttı. Haziran ayında gittiğimizde sözlüm türbeden erken çıktı. Bana, �bir dakika kalır mısın? Akşam 20.00�de tek gel. Sana söyleyeceklerim var�dedi.

Gittiğimde �Sözlünün ailesi seni istemiyor. Sınavı kazanamayacaksın� diye yorum yaptı. �Sözlünün senin kul kölen olmasını istiyor musun? O zaman beni sevgilin olarak hayalleyeceksin gözlerini kapatacaksın seni rahatlatacağım� dedi. Bu işin nasıl olacağını sorunca, �Türbenin arkasında deneyeceğiz. Uzanacaksın ayağımla rahmine baskı yapıp seni rahatlatacağım. Sözlünle ilgili sorular soracaksın cevabını alacaksın� deyince kabul etmedim. �Burada olmaz o zaman ocağa (hocaların toplandığı yer) gidelim� dedi. �Ocakta ne olacak?� diye sorunca �Oradaki hocalarla sana okuyacağız. Sonra soyunacaksın banyoya gireceksin. Beni sevgilin olarak bilip seni rahatlatacağım. Sevişirken �sözlüm beni seviyor mu?� diye sorular soracaksın. Rahatladıktan sonra meniyi peçeteye koyup toprağa gömüp çiğneyeceksin. Tekrar gusül abdesti alıp eve gideceksin. Bu iş 2-3 saat sürecek� deyince kabul etmedim �Manyak mısın? Seni sevdiğim için bu duaları yapacağım. Defol git� diye bağırdı.�

Tanıklık yaparım

Cinci müdürün, F.K.�ye �cinsel saldırıdan�12 yıl, �kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma�suçundan ise 10 yıl olmak üzere toplam 22 yıl hapsi isteniyor. Kendisinin de taciz edildiğini söyleyen üniversiteli Z.Ç. �Mağdur kadınlar isterlerse ben de tanıklık yaparım� diye konuştu.

�Üniversiteyi kazanamayacaksın� dedi fakat sınava girdim kazandım

Ünİversİtelİ Z.Ç., türbe müdürünün herkese böyle davranıp davranmadığını öğrenmek için 2 kız arkadaşını da göndermiş. Z.Ç. bundan sonraki gelişmeleri anlattı: �Arkadaşlarıma da aynı tacizde bulunmuş. Müftülüğe olayı anlattım. İlgilenen olmadı. Tecavüz ettiği kadın mahkemede suçlanıyor gözüküyor. Din adamı kılığına girmiş bu adamın ne olduğunun ortaya çıkması için itirafta bulundum. Toplum olarak özellikle kadınlar sorunumuza, sevgimize çare olacak diye hacı hocalara inanıyoruz. Genç kızların dikkatli olmalarını istiyorum. İnanmasınlar hepsi yalan. Allah�tan başka kimse bilemez. Sözlümle benim inanıp gitmemiz bile yanlıştı. Türbelerin böyle ziyan edilmesine üzülüyorum.� Z.Ç. Kılıçyaldır�ın kendisine �Üniversiteyi kazanamayacaksın� dediğini, ancak üniversiteyi kazandığını da söyledi.
Gazete vatan 04102007

2.11.2007

Bir Kürdün eleştirisidir, lütfen atmayın, okuyun!

Bir Kürdün eleştirisidir, lütfen atmayın, okuyun!

Teesüf ederim sana Ahmet bey(Ahmet Altan); böyle bir yazıyı (Tuzak)yazdığın için.

Senin gibi bir insanın böyle “boş” laf etmesi ayıp değil mi?

Türkiye devleti zekası kıt bir çocuk mudur ki elalem onu kandırıp, ’’tuzağa’’ düşürsün?

Kürtlere saldırmaması için dünya alem Türkiye’ye yalvarıyor. Ama Türkiye herkese, AB’den tutun, BM ve Amerika’ya kadar, ama herkese rest çekiyor; ben saldıracaım diyor.

Türkiye, hedefimiz ’Barzani’ dir diyor.

Kürtlerin Irak’ta bir federasyona, bir devlete sahip olmalarına tehammül etmiyor, edemiyor.
Kürtler devlet olmadan saldırmak istiyor.

Asıl meselenin bu olduğunu adın gibi sen de biliyorsun.

Türkiye Kürtlere diyor PKK’nin Türkiye’ye girişini önleyin.

Peki şeker kardeşim, Türkiye niye gidişlerini önleyemiyor?

Sen de biliyorsun ki Iraklı Kürtler gelip Türk askerlerine karşı savaşmıyorlar; savaşanların yüzde 90’ı Türkiye Kürtleri, kalan yüzde 10’u da İran ve Suriye Kürtleri. PKK yöneticilerinin %100 Türkiye Kürtleri ve Türkiye’den o dağlara çıkmışlar. Herkesten önce Türkiye, vatandaşlarının dağa çıkmasını önlesin.

Türkiye kimseyi o tarafa bırakmasa, o taraftan gelecek kimsede olmaz.

Tükiye’yi ’tuzağa’ düşürüyorlar mış?

Bunu söylemekle senin sıradan bir insandan farkın ne?

Oldum olası Türkiye’yi yöneten ırkçı, faşist, demokrasi ve medeniyeten nasibini alamamış yöneticileri, zavallı Türk halkını kandırmak için hep dışarda bir ’parmak’ aramışlar.

Ne dışarda ne de içerde hiç kimsenin parmağı filan yok; hiç kimsenin kimseyi ’tuzağa’ filan düşürdüğü de yok.

Mesele bir milettin ulusal haklarını istemesi meselesidir.

Kürtlerin ulusal haklarını verin savaş bitsin. Türkiye ordunun vesayetinden kurtulsun.

Kürtler her hak istemeye kalkıştıklarında bunun arkasında muhakkak başka bir gücün tahrikini, kışkırtmasını arıyor Türk yöneticileri. Senin gibi bir kaç aydının böyle düşünmediği bana az da olsa, bir umut veriyordu. Şimdi senin de bu derekeye düşmen beni hem üzdü, hem de hayal kırıklığına uğrattı.
Saygılarımla

Zinarê Xamo

1.11.2007

Ümmet, Ümmet Ama Kürd’süz Olsun

Ümmet, Ümmet Ama Kürd’süz Olsun
23 Ekim 2007 Salı




Nurettin ŞİRİN

“En İyi Kürd, Ölü Bir Kürd” müdür Yani? Başlıklı yazımıza yorum olarak gelen tepkilerin bir kısmı sitede yayınlandı. Ancak öyle yorumlar da geldi ki, o satırları yazarlarken, o kelimeleri kullanırlarken hiç mi haya damarları kabarmadı o kişileri bilmiyorum.

Birilerine “aykırı” gelen yazılar yazdığımızda nedense öncelikle “nemalanma” gibi bir suçlama ve niteleme ile karşılaşıyoruz; neyin nemalanması bu? Birilerinin sürekli olarak domoklesin kılıcı gibi “ya demir parmaklık ya da kara toprak” seçeneklerini önünüze getirdiğinde, bunun neresinden nemalanıyorsunuz; parmaklık ve ranzaların güzelliğinden mi, fiyakalı bir mezar yaptırmaktan mı, bunun neresinden nemalanıyorsunuz?

Uluslar arası ya da yerel egemenlerin estirip durduğu rüzgarların aksine, metaneli alana girerek farklı noktalara işaret etmenin en azından insani bir sorumluluk, bir vicdan borcu olduğunu anlayamayanlara, ya da tehdit dolu sözlerle ilkel ırkçılık kılıçlarını sallayanların gürlemesine sözümüz yok, biz yine yolumuza devam ederiz: bizim hesap verme mercimiz yalnız Allah ve Resulüdür; koruma ve gözetme konumunda olduğumuz yegane şey de dinimizin şiarları, ümmetimizin esenliği ve mukaddesatıdır.

Bir sabah vakti Kufe mihrabında başından vurularak yaralanan Emirel Müminin Hz. Ali, oğulları İmam Hasan ve İmam Hüseyin’i yanına çağırarak onlara “her zaman mazlumların yanında ve destekçisi, her zaman zalimlerin karşısında ve hasmı olun!” şeklinde vasiyet ettiğinde, “benim bu vasiyetim sözümün yetiştiği herkesedir” demişti.

Mısır valisinin oğlunun bir Kıptî çocuğu haksızca tokat atması kendisine şikayet edildiğinde İslam halifesi Hz. Ömer valiyi yanına çağırarak “analarından hür olarak doğanları ne zamandan beri köleleştirdiniz?!” diye azarladıktan sonra, tokat yiyen o Kıptî’ye valinin çocuğuna aynı şekilde tokat atmasını söylemişti...

Şehid Seyyid Kutub “nereden gelirse gelsin ve kime yapılırsa yapılsın zulmün her çeşidine karşı çıkmak müslümanın en büyük görevidir” der.

Örnekleri çoğaltma durumunda değiliz, şu kadarını belirtmek gerekir ki, “adalet” Müslüman olmanın en temel vasıflarından biridir; Kur’an, “kendi aleyhinizde de olsa “adaletle şahitlikte bulunun” buyurmuştur.

“Hakk’ı ve adaleti ayakta tutmak”la emrolunmuş bir ümmetin mensupları isek, bedeli ve sonucu her ne olursa olsun gözeteceğimiz tek şey hakk ve adalet olmalıdır; zulme ve zulmedenlere meyletmek bizi İslami kimliğimizden uzaklaştırdığı gibi, onur ve şerefimizi de kaybettirir...

Biz yazımızda Kürd ulusalcılığı yapma durumunda olmadığımızı, “Türk nasyonalizmi” gibi “Kürd nasyonalizmi”ne de karşı olduğumuzu ısrarla vurgulayıp “Ümmet olma sorumluluğu”na dikkat çekerken, Kürd halkının ulusal varlığına ve kimliğine yönelik inkarcı, asimilasyoncu tavırların İslam ve insanlık dışı bir yaklaşım ve tavır olduğunu belirtmek istedik...

“Biz de böyle düşünüyoruz zaten” diyen bazı kardeşlerimiz “ama” dedikten sonra hemen arkasından “bu Kürdler ne istiyorlar?” gibi sorularını sormaya başlıyorlar. Bunu samimi bir soru olarak aldığımızda verilmesi gereken cevabın “sen hayatta ne istiyorsan onlar da onu istiyorlar” demek olacaktır. Fakat bunun arkasından kuşku ve itham dolu sorular gelmeye başlıyor: “ama PKK gibi bir terör örgütü var, Kürdistan diyerek vatanımızı bölmek istiyorlar!”

Burada bir anımı aktarayım.

7.5 ay hapis yatmamıza yol açan “Direnirsek Kazanacağız” başlıklı yazımızla ilgili olarak 1993 yılında İstanbul DGM savcılığına ifade vermek üzere gittiğimizde, savcı yazımızın bazı paragraflarını okuyarak “biraz önce PKK’cılar vardı, nedir bu kürd kürd sözleri! Onlardan ne farkın var senin!” diyerek çıkışmıştı. DGM savcısının bu çıkışına “biz onlardan farklıyız; onlar var olan coğrafyada yeni bir ulusal sınır çizmek istiyor; biz ise var olan ulusal sınırların tamamının ortadan kalkmasını ve tüm dünya Müslümanlarının tek bir bayrak altında birleşmesini istiyoruz” diye karşılık vermiştim. Tabi bu cevap da söz konusu ettiği paragraflar gibi sayın savcının zoruna gitmişti...

“Bölücülük” ve “bölünme” kavramlarından ne kadar uzak olduğumuzu başka nasıl anlatabilirim...

Sorun şu:

Birlik ve bütünlükten, yani “ümmet olmak”tan ne anlıyoruz? Bunun Kur’an’da, Hz. Resulüllah ve İslam halifelerinin döneminde tanımı ne? Bunu belirleyelim önce: kıstasımız ve miyarımız bu olsun! Ama nedense, İslamcılarımızın büyük bir çoğunluğu olmak üzere bizler mensup olduğumuz kavmi eksene alarak, bir ümmet tanımı ve yapılanması oluşturuyoruz zihnimizde... Konuya “Kürdler” özelinde baktığımızda, bu olguyu alabildiğince silikleştiriyor flu bir toplum durumuna düşürüyoruz. Bu ümmet tanımı içinde “Türkler”e verdiğimiz renk tonu koyu bir şekilde göze batarken, kürdlere verdiğimiz renk tonunu görmekte zorlanıyoruz... Sonuçta “Ümmet, ümmet ama, Kürdsüz bir ümmet” gibi bir durum çıkıyor ortaya... Araplar ya da Farslar açısından da durum böyle...

Etnik olarak hiç birimizin hakkı bir diğerinden daha fazla, hiç birimizin onuru diğerininkinden daha değerli değildir; toplumumuz içinde bir Kıpti evladı olsa, o da aynı hakka ve onura sahiptir. Etnik kökene dayalı ayrıcalık ve önceleme, birini diğerinden evla ve değerli bilme, birini el üste tutup diğerini bir kenara itme, Paygamberimizin ayakları altına aldığı cahiliyye adetlerindendir. Peygamberimiz ayakları altına aldıysa biz de alıp çiğnemeliyiz...

Bunu sorgulamamız “hak ve adalet” gereğidir; bunu sorgularken yerleşik tabularla, yasal yaptırımlarla, baskı tehdit ve suçlamalarla karşılaşıyorsunuz. “Bölücülük” veya “kürtçülük” suçlamasıyla karşılaştığınız gibi, ya da sadece “kürd halkı” deyimini kullanmış olmaktan 1 yıl 7 ay hapis cezasına çarptırıldığınız gibi. Varsın olsun! "Hakk ve adalet"in hatırı her şeyin üstünde değil mi?

Yine bir anımızı anlatacak olursak:

Bir gün ticari bir taksiye bindiğimde, şöför radyodan çalmakta olan kürtçe müziği kapatmıştı. Şöföre niçin kapattığını sorup radyoyu açmasını ve benim de dinlemek istediğimi söyleyince bana dikkatlice baktı ve "kürde benzemiyorsun, belki rahatsız olursun diye sanmıştım" şeklinde karşılık verdi. Buna karşılık "ben de rahatsız olmadığımı, bilakis, herkes kendi ana dilince serbestçe ve rahatça kendini ifade edebilmeli, konuşabilmeli, müziğini dinleyebilmeli, diye radyoyu açmanı istedim" deyince "kürd değilsin ama böyle düşünüyorsun, öyle mi?" diye karşılık vermişti...

Bu belayı, bu mikrobu kim saldı bizim aramıza? Bu korku ve kaygıyı, bu kuşku ve ayrılığı kim saldı aramıza? Birlik ve bütünlük böyle mi sağlanacak, kardeşlik dediğin böyle mi olacak?

Halbuki; vatan, millet, birlik ve bütünlük konseptimiz içinde Kürd ulusal varlığına da aynı renk tonunu verdiğimizde sorun büyük ölçüde çözülmüş olacak! İşte ondan sonra kalkıp kürdlere “yahu siz bundan başka ne istiyorsunuz?” diye soralım, her kim ayrımcılık yapıyorsa onun karşısında tam bir kararlılıkla duralım, her türlü bölülücülüğün ve ayrılıkçılığın şiddetli hasmı olalım...

Uzun zamandır yaşanan takıntılarımızı, hatta bizden kaynaklanmadığı halde sonuçta bize de fatura edilen kamburları sırtımızdan atarak “kürd ulusal varlığı gerçeği” ile olduğu gibi yüzleşelim... Var mı birlik ve kardeşlikten ötesi ? Yürekler kaynaştıktan sonra kim bunu ayırabilir ki? Rabbimiz bizi bağlamışken hangi güç bu bağı çözebilir?

Evs ve Hazreç kabileleri önceden nasıldı, sonra nasıl oldu? “Hani siz birbirinize düşman kişileridiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz” (Al-i İmran 103) ayetindeki formülü, çözüm reçetesini kendi zeminimizde, kendi coğrafyamızda, ümmetimizi oluşturan topluluklar arasında uygulayalım... “Kendisi için istediğini kardeşi için de isteyen” bir ümmet olalım; ve kendimiz için istemediğimizi kardeşlerimiz için de istemeyelim...

Bingöl’deki konuşmasından dolayı, Erbakan Hoca’nın, başbakanlık yapmış bir zatın mahkeme salonlarında niçin yargılandığını biliyoruz; neydi suçu? Hangi suçu işlemişti?

“Ne mutlu Türküm diyene! Varlığım Türk varlığına armağan olsun!” diyerek başladık eğitim hayatımıza... Bu söylemi sorgulamaya kalktığınızda, hemen savcılar ve yargıçlar harekete geçiyorsa, yaşınıza, başınıza, başbakanlık yapmış olmanıza bakılmadan hakkınızda cezalar veriliyorsa, hala daha durup düşünmeyecek miyiz, bu yara nereden başladı, nereden çıktı diye?

Şimdilik burada ara verelim..

Tevhide haber