29.06.2008

yalan iftira dolu Hürriyet gazetesi

30.06.2008

Bir günlük Hürriyet gazetesi çarpıtmalarının özeti!
Ali İhsan KARAHASANOĞLU

Eskiden; bir gazeteyi baz alıp, üzerinde değerlendirme yapmak için, en azından bir haftalık nüshalarını önünüze koyup irdelemeniz gerekirdi..
Sağolsun devlet gazetesi ünvanlı Hürriyet, tek nüshası ile, bir yazılık eleştiri imkanını size bahşediyor.. Hatta yeriniz olsa da yazabilseniz, bir sayfalık malzeme önünüzde duruyor!

Buyrun, sadece dünkü Hürriyet gazetesindeki, yalan ve çarpıtmaları özetleyelim.
Manşetten başlayalım. Tüm evrensel basın meslek ilkelerinde, kişilerin özel hayatları ile ilgili bilgilerin, özellikle de sağlık konularındaki bilgilerin haber yapılması doğru görülmemiştir. Hatta ahlaksızlık olarak ilan edilmiştir.
Hürriyet, Başbakan’ın kan tahlillerini yayınlarken, hiçbir çekince göstermemiş. Hem de 10 yıl önceki bilgiler! İşte bu, Hürriyet’in birinci ahlaksızlığı..
Geçelim, devlet gazetesinin birinci sayfasındaki ikinci habere..Rahmi Koç ile yapılan söyleşi... Başlığı şöyle: “Sakallı ve bıyıklıyı katiyen işe almam!”
Kafa yapısını görüyor musunuz? Sakallı ve bıyıklı kişi, işinin ehli olsa bile, beyefendi işe almazmış.
Peki bu, bir ayrımcılık değil mi?
Evet, beyefendinin işe alma yetkisi, devlet dairesi ile ilgili değil. (Ama devlet dairesi de, zaten koyduğu yönetmeliklerle aynı engeli çıkartıyor. O ayrı bir konu.) Özel işyerlerinde de olsa, insanlara kıyafetlerinden dolayı ayrımcılık uygulamak, yeni ceza kanununda da suç. Ama Hürriyet, bu konuda hiçbir eleştiri ifadesi kullanmadan, destekler tarzda bu haberi yapmış. Kafa yapısını, ortaya koymuş!
Şöyle düşünün, mütedeyyin bir patron, “Sakalını kesenleri, katiyen işe almam” deseydi, Hürriyet’in haberi nasıl olurdu? Tam 180 derece farklı değil mi?
Aynen öyle..
Hürriyet’teki ahlak bu kadar işte..
Üçüncü haber, “Ordu köstebeği ele verdi” başlığı ile yapılmış. Genelkurmay, Dağlıca baskını ile ilgili olarak, önceden ilgili birimlere uyarıda bulunulduğuna dair haberleri doğrulamış. Ancak bu uyarının yapıldığının gazetelere sızdırılmasından rahatsızlık duyup, bilgiyi sızdıranlar için, “Tesbit edildiler” bilgisi vermiş..
Dürüst bir gazete, bu açıklamaya nasıl yaklaşmalı?
Tabii ki şöyle: “Bilgiyi sızdıranı sorgulamadan önce, uyarı yapıldığı halde, gerekli tedbirleri almayıp, 12 askerimizin şehid olmasına sebeb olanları sorgulamanız gerekmez miydi?”
Böyle bir derdi yok Hürriyet’in. O, askerî bürokrasiye tam destek vererek, Genelkurmay açıklamasındaki “bilgi sızdıranlara yönelik eleştiri”yi başlığa taşımış. 12 şehidimizin asker içindeki sorumlularının sorgulanmasının değil, “tedbir alınmadı” bilgisini sızdıranın sorgulanmasının daha önemli olduğunu ortaya koymuş!
Hürriyet’in birinci sayfasının son haberi de “Karabük’te o anda Madımak’ı hissettim” başlığını taşıyor. Dün eleştirisini yaptığım Latife Tekin ile ilgili olay, AKParti’li belediye eleştirilerek verilmiş. Belediye başkanının, “Burada hükümete hakaret edemezsiniz” şeklindeki itirazı, “insan öldürülmesi ile eşdeğer” olarak gösterilmiş.. Hürriyet’i hazırlayan vatandaşlar, akıllarından hiç geçirmemişler, “Başörtülü üniversiteli kızlar, okul kapılarından coplanarak geri çevrildiklerinde, o engelleyici davranışı, bugüne kadar hiç ‘insan öldürmekle eşdeğer’ olarak takdim ettik mi?”
Evet, Hürriyet, çifte standardını, net olarak bu haberle de ortaya koyuyordu.
Gelelim iç sayfalara...
Köşemizin yarısı dolduğuna göre, gazetenin tamamının analizini yapamayacağımız şimdiden belli. Biraz atlayarak geçelim.
Göbek sayfasında “Bu liste yanlış” haberi... Şu devlet protokolü olayı... “Yargı mensupları, Diyanet İşleri Başkanı’ndan daha geriye atılmış” iddiası var ya.. O haber, dün de devam ettiriliyor!
Başlıkta; “listenin yanlış olduğu”nu, “yargı mensuplarının listede geri plana itildiği”ni ileri sürüyorlar... Ama haberin içini okuduğunuzda, en altta bir yerlerde “1962’den beri aynı protokolün geçerli olduğu”nu öğreniyor, Yargıtay Başkanı’nın, açık açık “Bugünkü ortamla ilişkilendirmek doğru olmaz” hatırlatmasını görüyorsunuz.
Yargıtay Başkanı istediği kadar, “Bugünkü ortamla irtibatlandırmayın, bu sorun 45 yıllık sorun” desin. Onlar, AKParti ile böyle ilişkilendirirler işte..
Çünkü işlerine öyle geliyor. Patronlarının işine öyle geliyor!
Yalanlar, çarpıtmalar, palavralar bitti mi derken, “dünya” sayfasında bile aynı rezaletin sürdüğünü görüyorsunuz: “Kanada’da türban cinayeti!”
Hay türban kadar başınıza taş düşsün e mi! Önleri arkaları, her tarafları türban olmuş adamların!
“Lafı eveleyip, geveleme.. Türban cinayetini anlat” diyeceksiniz.
Benim anlatmama gerek yok ki. Hürriyet’in başlığı öyle ama, haberin içinde, zaten olayın ne olduğu anlatılıyor: “Arkadaşları, Aksa Pervez’in türban nedeniyle ailesiyle yaşadığı çatışma sonrasında öldüğünü iddia etmişti.”
Demek ki Hürriyet’in başlığa çıkarttığı konu, sadece bazı arkadaşların kafalarından ortaya attıkları bir iddia. Delil melil hiçbir şey yok!
Olsun; Hürriyet için, delinin birisinin işkembeden attığı bir palavra bile başlığa çekilebilir.Yeter ki iddia, dindarların aleyhine olsun.
Haberin devamında yavaş yavaş işin gerçeği anlatılıyor: “Ancak Kanadalı yetkililer, Pervez’e yönelik saldırının, ‘töre cinayeti’ olduğunun kesin olmadığını belirtmişti.”
Haydaaa! Yetkililer, olayın türban cinayeti olmasını bir kenara bırakın, “töre cinayeti” olduğunun bile kuşkulu olduğunu söylüyorlar ama, Hürriyet, başlığına “Türban cinayeti” ifadesini koymakta hiç tereddüt etmiyor..
Ahlak sıfır.. Dürüstlük sıfır.. Düşmanlık o biçim.. Menfaat tam gaz! Hürriyet’in özeti; işte bu!

Kapatmaya hayir

Milyon imzayi geçti.
Kapatmaya hayir kampanyasi 1030641 imzayi buldu.Böylece hedef edilen bir milyon imza, yaklasik üç ay içinde gerçeklesmis oldu.

Durmak yok ..

24.06.2008

Diktatörlük cumhuriyeti / cumhuriyet diktatörlüğü’ mü?

Selahaddin Çakırgil - Vakit
cakirgil@yahoo.de
2008-06-25

‘Diktatörlük cumhuriyeti / cumhuriyet diktatörlüğü’ mü?

Fransız İhtilali’nin seçkin öncülerinden birisi ölüm yatağındayken, ziyaretine gelen eski devrim arkadaşına, ‘Cumhuriyet’in diktatörlük günleri ne güzeldi..’ der..
Türkiye’de de bazıları, kendilerini ‘seçkin’ zannedip, hâlâ, geniş halk kitlerinin ise, köle ve parya muamelesi gördüğü 1950 öncesini, hasretle ve bir kutlu dönem olarak anarlar..
Halbuki, o dönemlerin ezilen insanlarının çocukları, bugün kendi kimlik ve şahsiyet mücadelesini vermenin çabasındalar.. ‘Taife-i laicus’ da, laikliği cumhuriyetin temel ilkesi olarak gösterip, diktatörlüklerini sürdürmenin mücadelesini veriyor.. Onlar istiyorlar ki, ‘halk tarlalarda, fabrikalarda çalışabilir, temizlikçi/ hizmetçi olarak bulunabilir; ama, onların sosyal hayat planına başı dik, meydan okurcasına çıkma hakkı olmamalı’dır!
Bu mücadele en çetin şekilde derinden derine sürerken..
Mir Dengir M. Fırat’ın bir amerikan gazetesine söyledikleri gündeme düştü.. ’Türkiye, devrimlerle ağır bir travma yaşamıştır.. Bir gecede kıyafetlerini, dillerini değiştirmeleri istenmiştir. Dini yaşama biçimleri ortadan kaldırılmıştır’ diyordu, o.. Yanlış mı?
23 Haz. günlü Taraf’ta, Sevan Nişanyan da, ilginçtir, aynı şeyleri söylüyordu.. Nişanyan, bu ülkenin ermeni -hristiyanlarından.. Aynı toprakların insanıyız.. Ve son 100 yıl hariç, benim geçmişimle onun geçmişi bu topraklarda 800 yıl, barış içinde yaşamış...
Nişanyan, ‘Yanlış Cumhuriyet’ diye bir eser yazmış.. İlginç tesbit ve iddiaları var.. ‘Harf devriminde amaç, Batılılaşmak değil, eski yazıyı yasaklayarak Türkiye’nin geçmişiyle bağlarını koparmaktır. Bu ülkenin dokuz yüz yıllık kültürel geçmişiyle bağları, halka on beş gün süre verilerek tek bir hamlede koparıldı ve sıfırdan başlayan bir toplum haline getirildi. Elli sene boyunca üniversite dahil hiçbir yerde insanlara eski yazı öğretilmedi. Bir toplumun kendi geçmişi hakkında tam ve mutlak bir cehalete indirgenmesidir bu.’ diyor..
‘1910’lar dünyasında Cumhuriyet, demokrasiye doğru bir adım değildi, diktatörlüğün kod adıydı.. Türkiye Cumhuriyeti, Padişahlıktan diktatörlüğe geçti.. (...) Cumhuriyet’in laiklik politikası gerçek bir laikliği gerçekleştirmedi. Dinin, devlete karşı nisbi özerkliğini ve devletin mutlak gücünü kısıtlayabilme potansiyelini yok etmekten ibaret oldu. çünkü amaç laiklik değildi. Amaç mutlak iktidardı. Yani iktidarı kimseyle paylaşmamaktı. Amaç, cumhuriyeti kuran şahısların iktidarıydı. (…) Atatürk mutlak iktidarı terk edebilirdi, etmedi. Orta ve üst kadroların büyük bölümünü şahsi ağırlığı altında ezdi, yok etti. ülke, siyasi kadro azlığıyla karşılaştı. Ayrıca şahıs putlaştırılmasına dayanan kült, Türkiye’ye bugün bile altından kalkamadığı bir manevi, kültürel ve siyasal yıkım getirdi. Mustafa Kemal, 1926’dan itibaren memleketin her meydanına kendi heykelini diktirme işiyle şahsen ilgilendi. şehir meydanlarına kendi heykelini diktiren ilk cumhuriyet lideri olmak gibi ilginç bir özelliğe sahip oldu dünya tarihinde.’ sözleri de Nişanyan’ın.. Nişanyan’ın röportajındaki bazı ilginç tesbit ve keza yanlışlarına ayrı bir yazıda değinmek gerekecek, ama, doğruları da görülüp anlaşılmaya çalışılmalı değil midir?

’HAZRET-İ ATATüRK’ Mü? ‘KİŞİYE TAPMAK’ BAŞKA NASIL OLUR Kİ?
Murad Willfried Hofmann, ülkesinin büyükelçisi olarak vazife yaptığı sırada, 30 yıl öncelerde müslüman olan bir alman.. üzerinde durulması gereken birçok eserinin türkçesi de yayınlandı.. Murad Hofmann’ın, ‘Müslüman Bir Almanın Günlüğü’ isimli eserinde, 19 Temmuz 1985 tarihli ve ‘Hazret-i Atatürk ve diğer tuhaflıklar..’ başlıklı bölüm ilginç..
‘... Edremit’ten Ege Denizi boyunca Ayvalık’a doğru giderseniz, Gömeç yakınlarında (...) solunuzda kalan dağ sırasının silueti size, Atatürk’ün profilini hatırlatacaktır.. (...) İnsanlar şimdi aynı olayın ülkenin başka yerlerinde de çıkmasını bekliyorlar.. Sanki Mustafa Kemal, kariyerinin ikinci aşamasına başlamış gibi görünüyor: Kutsanmak.. Yoksa, günün birinde, Hazret-i (-hristiyanlıkdaki gibi Saint- Aziz) Atatürk’ten mi söz edeceğiz? (sh. 135-136)’
Ve, haberlerde yer aldığına göre Ardahan’ın Damal ilçesi Karatepe mıntıkasında bir görüntü daha.. Haziran sonlarıyla Temmuz başlarında, akşam saat 17.00 sularında, 5-10 dakika kadar bir süre, bir tepenin gölgesi, karşı tepenin yamacına düşünce, ortaya bir burun, çene, kaş gibi çıkıntılar bir insan çehresini hatırlatabiliyormuş.. Bu da M. Kemal’in zuhûru olabilirmiş..
Bu münasebetle mahallî yöneticiler, şölenler yapıyor; çocuklar da, ‘Türkiye laiktir, laik kalacak!.’ diye halay çekiyormuş.. Bu şölenlere Gen. Kur. Başkanı da davet olunmuş..
50 yıl öncelerde de, Yozgat’ta bir öğretmen, bulutlarda meydana gelen ve insan kafasını andıran bir görüntünün, M. Kemal olduğuna dair bir fotoğraf yayınlamıştı..
Sovyetler’de Lenin, çin’de Mao, İran’da Şah da benzer iddialı benzetmelere konu olmuştu.
İmam Khomeynî’nin resmini gördüğünü söyleyenler de çıkınca, böyle maskaralıklara izin verilmemişti.. Resul-i Ekrem (S)’in 3 yaşındaki oğlu vefat ettiği gün, güneş de tutulunca, bunun ‘göklerin mâtemi’ diye nitelenmesi üzerine, Yüce Resul, ‘o gibi asumanî hadiselerin kendi kanunları içinde cereyan ettiği’ ikazında bulunmuştu.. Ama, her türlü kutsala karşı çıkan laikçiler şimdi, şimdi kutsal üretiyorlar.. Dünya gülse de..
Muğla- Fethiye’nin Kayadibi köyünde de geçen hafta bir ev, elektrik kontağından yanmış.. O evden bir asker de, 11 yıl önce hayatını Güneydoğu’da kaybetmiş imiş.. Şimdi, bu haber, ‘alevler, şehid fotoğrafını ve bayrağı yakmadı..’ diye sunuluyor.. Ve itiraz edilemiyor..
Güya hurafelere karşı çıkmak adına, her türlü kutsala karşı savaşa giren laikçiler, yeni kutsallar üretmelerden, hurafelerden meded umuyorlar..
FUTBOL MAçI MI, ‘DİN-İMAN SAVAŞI’ MI?
Türkiye, ‘Euro-2008’ Şampiyonası’nda, yarı finale yükselmekle sadece spor çevrelerinde değil, başka mahfillerde de ilgiyle izleniyor.. Hele, Hırvatistan maçındaki performans ve refleks gücü daha bir şaşırtıcı sayılıyor.. Bugün de Almanya ile karşılaşıyor..
Hırvatistan maçı sonrasında, kitleler sokaklara döküldü.. Bosna- Mostar’da, müslüman halk Türkiye’nin bu futbol zaferini ‘Allah’u Ekber!’ nidâlarıyla kutlarken, hırvat tarafı da müslümanlara saldırmış.. ‘Diyar-ı arab’da da coşkun gösteriler olmuş..
Tamam, taraf tutulabilir.. Ama, bunu bir din savaşı ve hattâ cihad gibi göstermenin mantığı nedir? 10 yıl önce, İran- B. Amerika futbol maçında da durum aynı olmuştu..
Yenme ve yenilmenin sosyo-psikolojik etkenleri ve toplumlarda meydana getirdiği adrenalin dalgalanmaları gözardı edilemez. Ama, sporu bir din-iman savaşı gibi algılamanın mânası ne? İnsanların temennileri elbette olabilir.. Ama, zaferi inancınızın zaferi sayarsanız, yenilgiyi de inancınızın yenilgisi mi sayacaksınız ve buna kimin hakkı vardır?
Son maçtan sonra, gecenin saat 03.00 sularına kadar Alman şehirlerinde sergilenen çılgın gösterilere nice müslüman tipler ve nice örtülü hanımlar -kızlar bile- öylesine bir coşku ile katılıyorlardı ki, âdetâ bir inanç mücadelesi kazanılmış gibiydi.. ölçü kaçırılmamalıdır..

5000 idamlı travma





Yapılan devrimlerin travma
olmadığını savunanlar İstiklâl
Mahkemeleri’nin kurduğu darağaçlarında
asılan 5 bin insanın mahkeme zabıtlarını
neden açıklayamıyorlar!


ERTUĞRUL CESUR / ANKARA
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın, “Türk toplumu bir travma yaşamıştır. Bir gecede kıyafetlerini, dillerini değiştirmeleri istenmiştir. Dini yaşama biçimleri ortadan kaldırılmıştır” sözleri dogmatist Kemalistleri kızdırırken; Vakit’e konuşan tarihçiler, “İstiklal Mahkemeleri ve irtica tartışmalarıyla geçen yakın tarihimizle yüzleşmek zorundayız. Bu tartışma topluma ‘psikolojik terapi’ etkisi yapacaktır” dediler.

AMAÇ GEÇMİŞLE BAĞI KOPARMAKTI
Türkiye Yazarlar Birliği Onursal Başkanı Mehmet Doğan, Fırat’a gösterilen tepkinin dogmatizm olduğunu kaydederek, “Türkiye’de bir tür Atatürk kültü oluşturuldu ve dogmatist bir taassupla yakın tarihe ilişkin en ufak bir tartışmaya izin verilmiyor. Travma tıp dilinde, ‘kırılma’ demektir. Kemalist devrimler de tarihimizde geçmişle bağımızı koparan bir kırılma etkisi yapmıştır ki amaçlanan da budur. Ancak Türkiye’de din adına birtakım saçma sapan sözler bile ciddiye alınıp tartışılırken bu kırılmaya ilişkin en ufak bir tartışmaya tahammül edilemiyor. Sayın Fırat’a gösterilen tepki Türkiye’de düşünce özgürlüğünün olmadığının son örneğidir. Bu tavır nedeniyle en çok bilmemiz gereken yakın tarihimiz hakkında en az bilgiye sahibiz. Hollandalı tarihçi Eric Jan Zürcher’in dediği gibi Ortodoks Kemalist tarih anlayışı gittikçe katılaşıyor. Ancak yaşananları sonsuza dek gizlemeleri mümkün olmayacak. Travma olmadı da İstiklal Mahkemeleri niçin kuruldu, İskilipli Atıf’ın, Mevlevi İbrahim Hakkı Efendi’nin ve binlerce insanın başına gelenler nedendi?” dedi.
ŞAPKA İÇİN ADAM ÖLDÜRÜLDÜ, Bu DEMOKRASİ Mİ
Osmanlı Araştırma Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Akgündüz de Fırat’ın sözlerinin gerçekleri yansıttığını, ancak AK Parti aleyhinde devam eden süreçte Anayasa Mahkemesi’ni etkilemek için apaçık gerçeklerin speküle edildiğini söyledi. Akgündüz, dünyanın hiçbir yerinde Kemalistlerin kafasındaki gibi bir “Mustafa Kemal” imajı olmadığını kaydederek, “Türkiye’de de eğer 5816 sayılı kanun olmasa insanlar farklı görüşlerini daha rahat ifade edebilirler. Bana bir TV kanalında sorulmuştu; ‘Atatürk’ü seviyor musun’ diye. Ben sunucuya, ‘Bu soruyu sormaya senin hukuken hakkın yok, benim de gerçek düşüncelerimi söylemeye hakkım yok’ dedim. Türkiye’de işadamı yeşil sermaye suçlamasından, siyasetçi partisinin kapatılmasından, öğrenci okuldan atılmaktan, yazar hapsedilmekten korkuyor. Travma sözü az bile. Kendisini Batıya beğendirmek için insanlara zorla şapka giydirmek isteyen bir zihniyete demokrasi mi diyeceğiz” diye konuştu.

DEVRİMLER HALKA RAĞMEN YAPILDI
Türkiye’deki dönüşümün kitlelerin çıkışından kaynaklanmadığını belirten Prof. Dr. Şerif Mardin de “Türkiye’de Din ve Siyaset” adlı kitabında devrimler için şu tesbitlerde bulunuyor: “Türk devrimi, Fransız devrimi gibi kitlelerce desteklenen bir hareket değildi; Türk devriminin ilk aşaması olan Türk Bağımsızlık Savaşı, nefret edilen bir işgalciye karşı direnişi temsil ettiği sürece alt sınıflardan epey destek gördü. Oysa devrimcilerin sivil amaçları yani Türkiye’nin politik ve toplumsal modernleşmesi halkın talepleriyle paralelleştirilmiş değildi. Türkiye’deki dönüşüm kitlelerin çıkışından kaynaklanmadı. Konu daha da kuşkucu bir bakışla ele alınsa ve kitle katılımı kitlelerin seçkinler tarafından harekete geçirilişi olarak görülse bile devrim bir kitle görüntüsü olarak nitelenemez.”

DEVRİMİN AMACI TRAVMADIR

Prof. Dr. Doğu Ergil ise, “Bütün devrimler travma yaratır. Sadece bizim devrimle ilgili değil ki bu. Zaten devrim de travma yaratmak için yapılır. Yani eski rejimi yeni bir rejimle değiştirmektir. Bu zaten yeterince travmatiktir. Amacı da; sarsarak toplumu değiştirmektir. Ancak bizde devrimin sonucuna, ne kadar başarılı olup olmadığına bakmaktansa devrimin kendisini kutsallaştırıyoruz. Ve onu tartışılmaz kılıyoruz. Halbuki her devrimin, ne kadar başarılı olduğuyla ölçülmesi lazım. Yapılıp yapılmamasıyla değil, biz şimdi hiç konuşturmuyoruz. Yani devrimin üzerimizde yaratmış olduğu travma konuşulamayarak devam ediyor.” dedi.

ADETA TOPLUMUN KİMYASI BOZULDU
Genç Birikim Genel Yayın Yönetmeni ve Tarihçi Ali Kaçar da, travmadan da ziyade toplumun kimyasının bozulduğunu kaydetti. Kaçar, “Adına devrim dedikleri şeyler ülkede geri dönüş meydana getirdi. Saltanatın kaldırılmasından itibaren insanlara ‘Kelleler kopartılacaktır’ denilerek korku salındı. Devrimler, halkın iradesini yansıtan değil, aksine tepeden inmeci bir zihniyetle yapıldı. Adeta toplumun kimyası bozuldu. Bir gecede telgraf çekilip medreseler kapatıldı. Ülke tamamen Batıya bütünüyle bağımlı hale getirilen bir sisteme dönüştürüldü” diye konuştu.

HER DEVRİM, TEHLİKELİ VE SANCILIDIR
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Necmettin Tozlu ise, “Bütün devrimler sarsıcıdır. Hiçbir devrim normal değildir. Sarsmak demek insanlar üzerinde ruhen ve fiziken geleceğe ilişkin tereddütler ve tehlikeli bakışlar oluşturmaktır. Bu bütün devrimler için geçerlidir. ‘Travma yaratmadı’ demek fazla mantıklı değil, fazla bilimsel değil.” dedi.

KÜLTÜR BİRİKİMİ YOK EDİLDİ
“Yanlış Cumhuriyet” adlı kitabında 1928 yılında çıkarılan Harf Kanunu’na değinen Araştırmacı Sevan Nişanyan, Harf devrimiyle okuma yazma oranının düştüğüne dikkat çekerek, “Harf devrimini izleyen yıllarda gazete satışlarında görülen ve yaklaşık yirmi yıl boyunca telafi edilemeyen düşüş ise, harf devriminin okur-yazarlık oranını artırmak şöyle dursun, azaltmış olabileceği ihtimalini akıllara getirmektedir” şeklinde yaşanılanları özetliyor.

İSTİKLAL MAHKEMELERİ GERÇEĞİ
Devrimlerin temelini güçlendirmek ve devrim karşıtlarını sindirmek için kurulan İstiklal Mahkemeleri ise yaşananların travmadan daha öte bir durumda olduğunu gösteriyor. Prof. Dr. Ergün Aybars da “İstiklal Mahkemeleri” kitabının önsözünde İstiklal Mahkemelerini şöyle anlatıyor: “İstiklal savaşında asker kaçakları, casus, bozguncu, vatana ihanet suçlularını yargılamak, iç güvenliği sağlamak amacıyla kurulmuş bulunan 14 İstiklal Mahkemesi ve Cumhuriyet’in ilanından sonra Türk inkılabının gerçekleşmesini sağlamak için kurulan 3 İstiklal Mahkemesi’nin görevleri ve etkileri görülmeden 1919-1927 yılları arasındaki dönemi açıklamak mümkün değildir.”
-----------------
İBRAHİM HAKKI EFENDİ’NİN MEZARI AÇTIRILDI

İstiklal Mahkemelerinin nasıl bir zulüm makinesi olduğuna çarpıcı bir örnek de Mevlevi İbrahim Hakkı Efendi’nin başına gelenler. Erzurum’dan Erzincan’a gelen İstiklal Mahkemesi, burada da darağaçları kurdu. Sultan Abdülhamid ve Sultan Reşad dönemlerinde sarayda vaizlik yapan İbrahim Hakkı Efendi, Milli Mücadele yıllarında bizzat faaliyette bulunmuş ve yerleştirilmek istenen rejimi daha 1921 yılında fark ederek, dindar insanları uyarmıştı. Sırf bu yüzden İstiklal Mahkemesi, İbrahim Hakkı Efendi’ye gıyabında idam cezası verdi. Fakat Erzincan’da olmadığı için bu ceza infaz edilemedi. İbrahim Efendi, hakkındaki idam kararı haberini aldığı günün ertesi sabahı namazını kılarken ruhunu teslim etti. Çocukları babalarının vefatını Şark İstiklal Mahkemesi’ne bildirdiler. Ölüm haberinin doğru olup olmadığını araştırmak için köye gelen Müfreze, İbrahim Hakkı Efendi’nin yaşadığı Kemah ilçesine bağlı Müşekrek Köyü’ne gelip merhumun kabrini açtırdı.
-----------------
İSKİLİPLİ ATIF HOCA NİÇİN İDAM EDİLDİ?
1925-26 yılları, ‘devrim karşıtı eylemlere’ karşı kurulan İstiklal Mahkemelerinin ölüm makinesi gibi çalıştığı bir dönemdi. İskilipli Muhammed Atıf Hoca’nın idamı da bu dönemde gerçekleşti. Hoca, 1924 yılında, batıcılığı eleştiren “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli küçük bir risale yazdı. O günlerde Maarif Vekâleti tarafından takdirle karşılanan Hoca, kitabın yayımlanmasından 1.5 yıl sonra çıkarılan şapka kanunu sonrasında kanuna direnenlerin, davranışlarını bu kitaba dayandırmaları üzerine tutuklanarak, sorgulandı. Kitap, kanundan 1.5 yıl önce yazıldığı için Giresun İstiklal Mahkemesi Hoca’yı suçsuz buldu, ancak komiserlik serbest bırakmadı. Ardından başkanlığını, şimdiki Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün dedesi Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya’nın yaptığı Ankara İstiklal Mahkemesi olaya el koydu ve göstermelik bir muhakemeden sonra Hoca 4 Şubat 1926’da idam edildi.

16.06.2008

hepsini asin

Sonunda itiraf ettiniz.

Oktay eksi Anayasa mahkemesinin yayinladigi " "Ey savcılar neredesiniz?"" mesajina Türkiye yargıçlarından niye ses çıkmadı diye soruyor.Bay başyazara göre savcılar harekete geçip gık diyenin kulagından tutup kodesletmesi lazımmıs.

Oktay Ekşi,Özkök gibiler herhalde eski cunta yönetiminin özlemini çekiyorlar.
Bugün öğrendiüime göre Osman Paksüt kel Alinin torunuyumuş.Hmm ,demek öyle.Agzını açanın agzına eden şumeşhur Kel Ali.Önce yargılayıp cezasını kestikten sonra "bilahire sahitleri dinleriz" diyen kel Ali.
Yada şapka devrimi geldiginde hemen bir şapka alıp basına takan bir vekile “Bu gâvur şapkasını giymekten utanmıyor musun? diye sövdügü halde Atatürk'ün sapka giydigini duyunca hemen aynı kişiyi ariyarak şapkasını alıp başına takarak Atatürk'ü şapkayla ve binbir yalakalıkla karşılayan kel ali.

Kel Ali öldü gitti ama kel aliler öyle bir yerlestiki devletin içine bir hanedanlık gibi bulundukları mevkiyi nesilden nesile miras bıraktılar.Düşünebiliyormusunuz müslümanlara en agır tavrı koyanlar arasında bulunan llker Başug ve Osman Paksut beraber çalışmışlar.Ikiside kel Alilerin mirascisi.Ikiside bugün devletin zirvesinde.

80 yıldan beri devam eden bu hanedanlık yavaş yavaş halkin eline geçmeye baslayınca Kel Alilerin torunlari (tabii veya manevi farketmez) homurdanmaya basladılar.Kafese hapsedilmiş aslanlar gibi bir o yana bir bu yana saldırıyorlar.


Iste Oktay Ekşi de bunun farkında olmalıki " Henüz yandaş yargı inşa edecek vakitleri olmadı!" diye bitirmiş etrafa pislik saçan yazısını.
Insana sormazlarmı :demekki şimdiye kadar yargı sizlerin yandaşıydı.Vede saltanat bitiyor.Köylüler,ahmetler,mehmetler okuyup yükseliyor ve halkin istegiyle başa geliyor.
Artik bundan sonra ,bir darbe yaptırıp ahmetleri,mehmetleri hapse atıp, kayıp ilan ettirip ortadan kaldırmaktan başka çareniz kalmadı.

Nitekim bay Ekşi(ne kadarda ekşi suratlı) geçen cumartesi yazısında "Görüyor musunuz rejime karşı yapılan şu komployu? Bu komplocuların hepsini asmalı!"
Evet nihayet o kuş beyninde pişirip bir türlü dışarıya atamadıgı fikri nihayet söyledi:Hepsini asın.

Dedim ya Kel Ali öldü ama Kel Aliler hala devletin içindeler.
Ne demiş atalar:Sıçandan doğan dağarcık keser.

Bizdeki derin devletin ne zaman ve nasil basladigini anlamak için Cumhuriyetin kurulusuna ve o zaman kimler ve nasil devletin tepesine binip hanedanliklarini nasil kurduklarini iyi kavramak lazim.
Cogu insan Cumhuriyetin ilk yillarinda millet vekillerinin seçilmeyip atandigini,valilerin belediye baskanlarinin ayni zamanda parti üyesi oldugunu bilmiyor.Zannediyoruzki 1930 larda %80 i okur yazar olmayan yeni Türkiye Cumhuriyetinde halk oy verdi ve bugünkü gibi seçim yapildi.

1928 den 1950 ye kadar Türkiye Cumhuriyetini'nin tek partili yari militarist dikta rejimi oldugunu kimse sorgulamaz.Sorgulamayada cesaret edemez.

Yoksa Kel Ali gibi bir caniyi hakim,vekil,bakan yapan bir rejimden cumhuriyet(halkin yönetimi) diye söz edilebilirmi.


‘Mescid-i Aksa fotoğraflarını da siz yayınlayın görelim

16.06.2008

‘Mescid-i Aksa fotoğraflarını da siz yayınlayın görelim’


Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ'in gazetemizde yayınlanan "Ağlama duvarı" ziyareti ve fanatik Yahudilerle çektirdiği fotoğrafa tepkiler sürüyor.
Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, Org. İlker Başbuğ'un Yahudilerin kutsalı olan "Ağlama duvarı" önünde, fanatik bir Yahudi ile poz vermesinin kabul edilemez bir davranış olduğunu söyledi. Org. Başbuğ'un "Ağlama duvarı" önünde bir Ortodoks Yahudi ile sarmaş dolaş çekilmiş fotoğrafları ile ilgili Genelkurmay Başkanlığı'nın sessiz kalmasının da manidar olduğunu ifade eden Tanrıverdi, Hürriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün, "Başbuğ aynı gezide Mescid-i Aksa’ya da gitti, orda da fotoğrafı çekildi" diyerek olayı geçiştirmek istediğini söyledi. Tanrıverdi şöyle konuştu: "O fotoğrafı da Hürriyet yayınlasın o zaman. Orada da insanlarla böylesi samimi poz vermiş mi, ibadet etmiş mi yayınlansın. Gümüş yüzüğün bile Silahlı Kuvvetler'den ihraç nedeni olduğu Türkiye'de, laiklik adına İslâmi değerlere karşı bu denli olumsuz bakılırken, kılık kıyafetinden koyu Yahudi olduğu anlaşılan bir şahısla böyle samimi poz verilmesi insanımızı rencide etmiştir."

Kel Ali'nin torunu

Kel Ali'nin torunuymuş


"Dinleniyorum!.. Takip ediliyorum" paranoyasıyla Türkiye'yi ayağa kaldıran ve Org. İlker Başbuğ ile yaptığı gizli görüşmelerle gündeme gelen Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Ali Osman Paksüt’ün; İstiklâl Mahkemeleri'nin hakimleri, ünlü "Üç Ali"lerinden "Kel Ali"nin torunu olduğu ortaya çıkti.


Bilindiği gibi, İstiklâl Mahkemeleri, "Sanığın idamına, şahitlerin bilâhere dinlenmesine" şeklinde kararlar veriyordu.

“Dinleniyorum” “Takip ediliyorum” paranoyasıyla Türkiye’yi ayağa kaldıran Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün, orgeneral İlker Başbuğ ile gizli görüşmesinin yankıları sürerken, Paksüt ailesinin şeceresi, tabloyu daha da netleştiriyor. Hukukçu olmadığı halde dedesi İstiklal Mahkemeleri Başkanlığı yapan Paksüt’ün; babası Emin Paksüt de 27 Mayıs darbe Anayasasını hazırlayanlar arasında bulunuyor.

27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında kurulan Anayasa Komisyonu'nda Paksüt'ün babası Emin Paksüt "başkan vekili" sıfatıyla bulunurken; Muammer Aksoy, Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal gibi isimler de üyelik yapıyorlardı. 1961 Anayasasını bu komisyon hazırlamıştı. Paksüt, Türkiye’de, Anayasa Mahkemesi'nin hukuk sistemine ilk defa girişine de öncülük etmişti. Paksüt ayrıca, İsmet İnönü hükümetinde Bayındırlık Bakanı olarak görev yapmıştı.

DEDESİ İSTİKLAL MAHKEMESİ BAŞKANI
Atatürk’ün yakın arkadaşı Ali Çetinkaya Osman Paksüt’ün dedesi. İstiklal Mahkemelerinde binlerce mazlumu darağacına gönderen Ali Çetinkaya’nın lakabı ise Kel Ali ya da diğer adıyla “Cellat Ali”. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olan Çetinkaya, Şeyh Sait olayında İstiklal Mahkemesi Başkanı olarak görev yaptı. Atatürk'e yönelik İzmir’deki hayali suikast senaryosunda hedef gösterilen isimleri "Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanı" sıfatıyla yargıladı.

ALİ’LERDEN BİRİ
1878 yılında doğan Ali Çetinkaya, İttihat ve Terakki'nin kuruluşundan itibaren önemli görevlerde bulundu. Kurtuluş Savaşı'nın ardından Atatürk tarafından Afyonkarahisar Mebusu yapılarak Meclis'e sokuldu. Milli Mücadele'nin önemli şahsiyetlerinden Ardahan Mebusu Halit Paşa’yla Mustafa Kemal Atatürk arasında 1925’te yaşanan tartışmanın ardından Paşa’yı katleden isim olarak da, Ali Çetinkaya’nın ismi ön plana çıktı. Ancak pek çok görgü tanığının ve sonraları tarihçilerin tespitlerinin aksine; olay 'faili meçhul' bırakıldı. 'İzmir Suikastı' davasında Kazım Karabekir Paşa’yı yargılayan İstiklal Mahkemesi’nin başkanlığını da yapan Ali Çetinkaya, 1934'te Bayındırlık Bakanlığı, 1939-1940 yılları arasında da Ulaştırma Bakanlığı görevlerinde bulundu. Çetinkaya, 1949 yılında İstanbul'da öldü. 'Dört Ali'ler Divanı' olarak da anılan İstiklal Mahkemeleri, 'olağanüstü mahkemeler' olarak tarihe geçtiler. Ali Çetinkaya (Kel Ali ), üyeler Ali (Kılıç), Ali (Rizeli), savcı Necip Ali (Küçüka) ile Dr. Reşit Galip'ten oluşan İstiklal Mahkemesi, hilafetin kaldırılmasına tepki olarak başlayan Şeyh Said olayına katılan binlerce kişiyi hukuk dışı bir kararla idam ettirmişti. Sadece doğu illerinde değil diğer illerde de çok sayıda kişi Ali Çetinkaya tarafından tutuklanmıştı. Şeyh Sait olayına karıştığı gerekçesiyle hakkında soruşturma açılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, çok geçmeden hükümet kararnamesiyle kapatılmıştı.

HALK “CELLAT” LAKABI TAKMIŞTI
İstiklal Mahkemelerinin en temel özelliği ise, yargılananların temyiz yani itiraz hakkının bulunmayışı idi. Mahkemenin kararlarını çok kısa sürede vermesi, kararların bir gün gibi bir zaman içinde uygulanması, mahkemeleri her daim sorgulanır hale getirmişti. Mahkemenin önemli isimlerinden Ali Çetinkaya’nın hukuk eğitimi almayan bir isim olması da bir başka skandaldı. Çetinkaya, verdiği acımasız kararlar nedeniyle halk arasında, “cellat” sıfatıyla anılıyordu.



(Hüseyin Danişment - Vakit

hava alaninda ayin

Yahudiler havaalanında ayin yaptı-VİDEO
Atatürk Havalimanı Yahudi bir grubun zikir ayinine sahne oldu.
Pazartesi, 16 Haziran 2008 14:31


Atatürk Havalimanına gelen dini kıyafetli grup, kamuya açık alanda toplu halde ibadete başlayınca ortaya bu görüntüler çıktı.

Geçtiğimiz Çarşamba günü havalimanına gelen dini kıyafetli yaklaşık 60 yahudi saat 15.00 sularında Dış Hatlar Terminali 214-215 son çıkış kapısı önündeki kamuya açık alanda toplu halde ibadete başladı.

Uçağının kalkmasını bekleyen yüzlerce insanın önünde saf düzenine benzer bir pozisyon alarak zikir töreni düzenleyen grup şaşkın bakışlar arasında ibadetini dakikalarca sürdürdü.

Geneli Yahudilere has dini kıyafetlere bürünmüş grup sesli ve hareketli zikirde bulundu. Ses ve hareketlerden korkan bazı çocuklar çığlık çığlığa ağlarken tüm bunlara aldırış etmeyen gurup rahat tavırları ile dikkat çekti. Gruptan bazı kişilerin kippalı oldukları görülürken, salonun bir bölümü ibadet bitene kadar kullanılamadı. O sırada salonda bulunan bir grup umre yolcusu da olayı şaşkınlıkla izledi.

Bir gazetecinin olayı görüntülediğini fark eden gruptan bazı kişiler bu gazetecinin makinesini elinden almak isterken, emniyet kuvvetleri guruba hiçbir müdahalede bulunmadı. Grubun, olayı görüntüleyen gazeteciyi fotoğraflaması da dikkat çekti.

YA MÜSLÜMAN OLSALARDI

28 Şubat döneminde Müslüm Gündüz önderliğindeki Aczimendi gurubunun kamuya açık çeşitli yerlerde zikir yapması günlerce kartel medyası tarafından aylarca gündemde tutulmuş gurup hedef gösterilerek adeta linç edilmişti. Atatürk Havalimanında sürekli muhabir bulunduran kartel gazetelerinin, Yahudilerin zikir şovunu görmezden gelmesi anlamlı bulunurken, "ibadet edenler Müslümanlar olsaydı kartel gazeteleri kıyameti koparırdı" yorumlarına sebep oldu.

http://www.habervakitim.com/videovaktim.php?id=havaalani_ayin

Kaynak: Habervaktim.com

13.06.2008

Aglama duvari




Vakit'ten Paşa'ya üç soru

Vakit Başbuğ Paşa'ya üç soru sordu. İşte o sorular...

BAŞBUĞ PAŞA'NIN BÜYÜK KULUP DERNEĞİ'NE ÜYE OLDUĞUNU GÖSTEREN BELGE

BAŞBUĞ PAŞA’YA 3 SORU

Çeşitli internet siteleri, geçtiğimiz günlerde “Ağlama Duvarı’nda bir bürokrat” başlığı ile yayınladığımız fotoğrafların Org. İlker Başbuğ’a ait olduğunu öne sürerken, Paşa’nın kapatma davası sürecinde Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt ile gizlice görüştüğünün ortaya çıkması kafaları karıştırdı. Son olarak, kökü dışarda olan bir derneğe üyelik başvurusunun kabul edildiği bilgi ve belgesine ulaştığımız Paşa’dan kamuoyu bu konularda cevap bekliyor.

AĞLAMA DUVARI’NDAKİ SİZ MİSİNİZ?
Vakit’te önceki gün sürmanşetten yayınlanan, “Ağlama Duvarı’nda bir bürokrat” başlıklı haber büyük yankı uyandırdı. Türkiye iki gündür kısık sesle, “Musevi müminler” için “kutsal” kabul edilen Kudüs’teki Ağlama Duvarı’nda dua ederken çekilmiş fotoğraflarını yayınladığımız bürokratın kim olduğunu konuşuyor. Gazetemizi arayan vatandaşlar, “Fotoğraftaki bürokrat Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ mu” diye soruyorlar. Gazetemizin haberinin ardından ‘aktifhaber’, ‘habervitrini’ başta olmak üzere birçok haber sitesi sözkonusu haberimizi alıntılayarak, fotoğraftaki bürokratın Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ olduğunu iddia etti. Ancak şu ana kadar gerek Genelkurmay Başkanlığı’ndan gerekse Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’dan konuyla ilgili bir açıklama gelmedi.

AÇIKLIK GETİRİLMELİ
Fotoğraftaki şahsı Başbuğ Paşa’ya benzettiklerini söyleyen emekli askerler ve vatandaşlar, Genelkurmay ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na şu mesajı gönderdiler: “Kara Kuvvetleri Komutanlığı bu şahsın İlker Başbuğ olup olmadığı, eğer Başbuğ ise Ağlama Duvarı önündeki bu görüntünün dini bir nedenle mi yoksa turistik bir ziyaretle mi ilgili olduğu konusunda bir açıklama yapmalı.” Bu noktada, Genelkurmay Başkanlığı’nın kamuoyunda büyük tartışma konusu olan bu konuyla ilgili olarak bir açıklama yapıp yapmayacağı merakla bekleniyor.

O HABER VE 3 FOTOĞRAF
“Ağlama Duvarı’nda bir bürokrat” başlıklı haberimiz şöyleydi: Resmi bir ziyaret için İsrail'e giden bir bürokrat; “Musevi mü'minler” için “kutsal” kabul edilen Kudüs'teki Ağlama Duvarı'na giderek, dua etti... Musevilerle birlikte Ağlama Duvarı'nın taşlarına ellerini koyarak dua eden bürokrat, daha sonra da Musevilerle birlikte hatıra fotoğrafı çektirdi.

AĞLAMA DUVARI NEDİR?
Ana Britannica Ansiklopedisi'nin 1. cildi, 189. sayfasında, “Ağlama Duvarı” için şöyle deniliyor: “İbranice Ha-Kotel, Ha-Maa-Ravi, Kudüs’ün eski bölümünde bulunan, Yahudilerin kutsal saydığı dua ve hac yeri.”
Paksüt ile ne görüştünüz?

CHP Genel Sekreteri Önder Sav ve eski Bolu Valisi’nin gizli görüşmesinin ortaya çıkmasından sonra bir gizli görüşme de Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt ile Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’dan geldi. Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün, kritik başörtüsü ve kapatma davaları sürecinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ ile gizli bir görüşme yaptığı ve bu görüşmenin içeriğinin ise kamuoyundan saklandığı ortaya çıktı. Taraf Gazetesi’nin haberine göre, Osman Paksüt’ün Kara Kuvvetleri Komutanlığı Karargâhı’na "özel davetli" olarak 4 Mart 2008 günü saat 17.00’de, 06 LLU 81 plakalı mavi siyah Mercedes'le geldiği ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nda bir saat 15 dakika süreyle Org. Başbuğ ile baş başa görüştüğü belirtildi. Hukukçular ise ülkenin istikrarını etkileme noktasında kritik bir öneme sahip Anayasa Mahkemesi Başkanvekili'nin böyle bir ziyarette bulunmasının, yüksek mahkemede bekleyen davalara gölge düşürdüğünü ve mahkemenin tarafsızlığını kaybettiğini ifade ettiler.

NE KONUŞULDUĞU AÇIKLANMALI
Emekli Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Karargâhı'nda yapılan gizli görüşmenin bir an önce kamuoyuna açıklanmasının gerektiğini, aksi takdirde içinden geçtiğimiz, güvensizliklerle dolu sancılı sürecin daha da vahim bir hal alacağını belirtti.

KAMERALAR NEDEN KAPALI?
Gizli görüşen isimlerin sıradan insanlar olmadığını kaydeden Kayasu, “Bunlar Türkiye’nin idaresi üzerinde söz sahibiler. Yani şahsiyetlerinin önemli olduğundan değil, işgal ettikleri makam açısından önemliler. Görüşmeyi açıklamazlarsa halkın kurumlara karşı olan güveni iyice zedelenecektir” ifadelerini kullandı.
Kökü dışarda kulüpte göreviniz ne?

Üyeleri arasında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası eski Başkanı Kaya Paşakay, şimdiki Başkanı Salih Evcilerli, Çevik Bir, Cevat Babuna, Mehmet Emin Cankurtaran, Mehmet Moğultay gibi isimler bulunan ve yaklaşık 160 mason üyesi bulunduğu bildirilen bu dernekte, İlker Başbuğ'un ne görev alacağı ve neden üye olduğu merak ediliyor...

Vakit, çok ilginç bir belgeye ulaştı. Belgeden, 24 Ağustos’ta Genelkurmay Başkanı olacak olan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un 1882 yılında İngiliz Elçisi Sir Alfred Sandison tarafından kurulan “Büyük Kulüp” adlı derneğe üyelik başvurusunda bulunduğu ve başvurusunun kabul edildiği anlaşılıyor. Dernek Başkanı Duran Akbulut, İlker Başbuğ’a gönderdiği 18.12.2006 tarihli yazıda şunları kaydediyor: “Büyük Kulüp Derneği'ne üyelik için yapmış olduğunuz başvurunuz ilgili kurullarca tetkik edilmiş olup, Yönetim Kurulumuzun 09.12.2006 tarihinde yapmış olduğu toplantıda üyeliğe mani haliniz bulunmadığı anlaşıldığından, Büyük Kulüp üyeliğine kabulünüze karar verilmiştir.”

Yazıdaki “tetkik edilmiş olup” ve “üyeliğe mani haliniz bulunmadığı” ifadeleri, “Kulüp, Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli makamlarından birinde bulunan bir komutanla ilgili ‘güvenlik soruşturması’ yapmış” şeklinde yorumlanıyor.

Üyeliğe kabul yazısının devamında da şöyle deniliyor: “Bilgi edinmenizi rica eder, aramıza hoş geldiniz der, üyeliğinizin size ve kulübümüze hayırlı olmasını diler, saygılar sunarım.”

“SABIKA KAYDINA BAKTIK”
Kulüp yetkilileri, her üye adayına olduğu gibi Başbuğ’un da “güvenlik soruşturması”na tabi tutulduğunu belirterek, “Adaylar hakkında 10-15 gün süren bir araştırma yapılıyor. Sabıka kayıtlarına bakılıyor, ona göre üyeliğe kabul ediliyor veya edilmiyor. Bir de adayın içeriden referansının olması gerekiyor” bilgilerini verdiler.
----------------

BU NASIL BİR KULÜP?
“Seçkinler kulübü” olarak da bilinen Kulüp’ün resmi internet sitesindeki şu bilgiler dikkat çekiyor: “1882 yılında İngiliz Elçisi Sir ALFRED SANDISON tarafından başlatılan çalışmalar sonucu: diplomat, yönetici ve işadamlarından oluşan 30 kurucu üyenin sosyal amaçlarla kurdukları (CERCL’E a’PERA) adlı kulüp 1884 yılında (CERCL’E d’ORIENT) adını almıştır… Toplumumuzun tarihindeki en büyük bunalımların ve değişmelerin yaşandığı sürecin tanığı olan kulübümüz aynı zamanda bu olaylarda rol üstlenmekle birlikte, üyelerinin bunlara fiilen katıldığı bir cemiyet olmuştur.” Dönemin önde gelen diplomat, bürokrat ve aydınlarının bir araya gelip sosyal aktivitelerde bulunması amacıyla kurulan kulübün 'masonik bir teşkilat' olduğu ifade ediliyor. Dernekte şu an yaklaşık 160 mason üye olduğu belirtiliyor.
DİKKAT ÇEKEN İSİMLER- Cevat Babuna, Mehmet Emin Cankurtaran, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası eski Başkanı Kaya Paşakay ile şimdiki Başkanı Salih Evcilerli'nin de aralarında bulunduğu çok sayıda masonun üyesi olduğu kulübün yönetim kurulu üyeleri arasında eski generaller, bürokratlar ve siyasetçiler bulunması dikkat çekiyor. Kulüp, resmi web sitesinde üye sayısını 6 bin olarak açıklıyor.
28 Şubat'ın en etkin isilmerinden olan dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir'in Balotaj Kurulu Başkanlığı'nı yaptığı kulübün disiplin kurulunda ise emekli Harp Akademileri Komutanı Necati Özgen ve "kadrolaşma" denince akla gelen CHP'li eski Bakan Mehmet Moğultay gibi isimler dikkat çekiyor.
-----------

İŞTE O KULÜBÜN YÖNETİM KURULU
Duran Akbulut (Yönetim Kurulu Başkanı)
Yüksel Yalova (2. Başkan)
Mehmet Seren Dinçler
O. Taylan Kendirli
Melih Tavukçuoğlu
Tevfik Altınok
Mehmet Nuri Kuriş
Atalay Şahinoğlu
Mehmet Özcan
Mustafa İscan
Aslan Adıgüzel

YEDEK ÜYELER
Numan Erdem
Figen Tanyeri
Müge Yazgan
Reyhan Şahin Benzes
Burhan Çavuşoğlu
Alper Poyraz

BALOTAJ KURULU
Org. Çevik Bir (Başkan)
Bedri İnce (2. Başkan)
Haşmet Olgaç (Asbaşkan)
Perviz Zekioğlu
Koptagel İlgül
Misel Gülçiçek
Turhan Sarıgülle
Sadettin Sükan
Hakkı Kalkavan
Coşkun Bekar
Vedat Bayram
Hakan Öncel
Başar Nuhoğlu
Behruz Vatandost
İsmail Yıldız

YEDEK ÜYELER
Mahmut Tanyol
Elif Göktan
Mehmet Sena Yüceöz
Hakan Kefoğlu
Sami Gören

DİSİPLİN KURULU
Mehmet Moğultay (Başkan)
Nazmi Akiman (2. Başkan)
Şükrü Aytekin İlhan
Org. Necati Özgen
Erol Cihan
Emekli Amiral Nezih İşeri
Eski Müsteşar İlhan Kesici
Sevgi Gümüştekin
Mehmet Yıldırım
Fikret Öztamur
İlter Ural

YEDEK ÜYELER
Ruşen Sağıroğlu
Tekin Akmansoy
Ercüment Ünlü
Kerem Ertan
Sinan Kılıç

SİCİL KURULU
Uğurman Yelkencioğlu (Başkan)
Yüksel Erikmen (2. Başkan)
Serdar Tepe
Adem Ceylan
Haydar Yanıkoğlu

YEDEK ÜYELER
Sami Behar
Hande Yılmaz
Işık Seyran

DENETLEME KURULU
Engin Berker (Başkan)
Kadir Boy
Erol Pelister

YEDEK ÜYELER
Haluk Demirtopuz
Mehmet Vodina
İbrahım Çehreli


PAKSÜT: ‘Başbuğ ile 1 değil 3 defa görüştüm!’
Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Alifeyyaz Paksüt, “Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildikten sonra Orgeneral Başbuğ ile 2 veya 3 kez görüştüm. Birinci görüşme Başbuğ'un Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na seçildiğinde tebrik ziyareti niteliğinde, ikinci görüşmeyi hatırlamıyorum. Üçüncü görüşme ise Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak'ın kuzeyine yönelik başlattığı harekatın bitirilmesinden birkaç gün sonra gerçekleştirildi” dedi.
Paksüt, bir gazetede yer alan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ ile görüştüğü yönündeki haber üzerine bazı gazetecilere Kavaklıdere Tenis Kulübü’nde eşi Ferda Paksüt ile açıklama yaptı.
Anayasa Mahkemesi üyelerinin belirli alanlarda birikim sahibi olmasının Anayasa'da öngörüldüğünü, kendisinin de bu çerçevede üst düzey kamu görevlisi kimliğiyle 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından Anayasa Mahkemesi'ne seçildiğini anlatan Paksüt, iş hayatındaki kariyeri sebebiyle çok sayıda sivil ya da asker kamu görevlisiyle, iş adamı ve her partiden siyasetçiyle birlikte çalışma yaptığını kaydetti.
NATO'daki görevi sırasında birçok siyasetçi ve askeri makamlarla birlikte çalıştığını, çok yakın dostluklar kurduğunu anlatan Paksüt, 1993-1997 yılları arasında eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün de aralarında bulunduğu birçok general rütbesindeki askerle dostluklar kurduğunu, ilişki içerisinde olduğunu söyledi.

3 GÖRÜŞMEDEN BİRİNİ HATIRLAMIYOR!
Osman Paksüt, “Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildikten sonra da 2 veya 3 kez Orgeneral Başbuğ ile görüştüm. Birinci görüşme Başbuğ'un Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na seçildiğinde tebrik ziyareti niteliğinde, ikinci görüşmeyi hatırlamıyorum. Üçüncü görüşme ise Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Irak'ın kuzeyine yönelik başlattığı harekatın bitirilmesinden birkaç gün sonra gerçekleştirildi” diye konuştu.
Paksüt, Başbuğ'a son ziyaretini harekatın başarısından dolayı tebrik ve 27 askerin şehit olmasından dolayı başsağlığı ziyareti kapsamında gerçekleştirdiğini ifade etti. Haberin yer aldığı gazetede “Orgeneral Başbuğ ile görüşme yaptığı katın boşaltıldığı”, “güvenlik kameralarının karartıldığı” yönündeki haberlerin de “asılsız” olduğunu ileri süren Paksüt, “Görüşmeye esrarengizlik katmak için bu ayrıntıların uydurulduğunu” belirtti.
Anayasa Mahkemesi'nin başörtüsü kararının ardından kurum olarak yıpratma kampanyasına maruz kaldığını, üyelerin de bu kampanya içerisinde etkilendiğini savunan Paksüt, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç'a yönelik iddiaları da kınadığını söyledi.
----------------
Başbuğ’dan kaçamak cevap
Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt ile görüştüğünü kabul eden Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ, “Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt'ün kendisini ziyaretinin Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) Irak'ın kuzeyine Şubat 2008'de icra ettiği harekata ilişkin kutlamaların iletilmesi ile sınırlı kaldığını” ifade etti. Orgeneral Başbuğ, yaptığı açıklamada şunları kaydetti: “Bir gazetede, Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Sayın Osman Paksüt'ün 4 Mart 2008 günü, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'u ziyaret ettiğine dair bir haber yer almıştır. Haberin ziyaretin gerçekleştiğine ilişkin bölümü doğrudur. Ziyaret talebi ve ziyaretin amacı; Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Irak'ın kuzeyine Şubat 2008'de icra ettiği harekata ilişkin kutlamaların iletilmesi ile sınırlı kalmıştır. Bunun dışındaki yorumlar gerçekle bağdaşmamaktadır.



Vakit

İstanbul'da da Tıp Festivali başladı.

Yok artık! | Haber 7
selahattinyusuf@gmail.com

“…

İstanbul'da da Tıp Festivali başladı.
Camide.
Merkez Efendi Camisi'nde.
Büyükşehir Belediye Başkanı -ki muhallebici mimardır- "şifa olsun" diyerek, "mesir macunu" dağıttı.
*
Netice itibarıyla...
- Rahmetli TC'yi nasıl bilirdiniz?
- İyi bilirdik.
- Hakkınızı helal edin.
- Helal olsun.
- Gömün.” (Yılmaz Özdil, 01 Haz. 2008)

Türk yazın tarihinin…

Büyük üslûpçusu…

Türk köşe yazarları pop kültürünün Alişan’ı…

Gömleğinden iki düğme açıp efelenip de…

Cigaralı sesiyle delikanlılığın kitabını yüksek sesle yazan…

Bulduğu özel bir teknikle…

Fikri ve kavrayışı gibi kısa...

Ama gerçekten kısa…

İşte böyle keserek, küçük cümlelerle…

Fikri ve izanı ve vicdanı ve sempatiyi ve…

Velhasıl geçmişi de gelecekle birlikte kısaltarak…

Derceylemiş köşesine…

Bir kere adı “Geleneksel Merkezefendi Tıp Şenlikleri”

Adı üstünde “Geleneksel”…

İngilizler geçen gün çayırlardan aşağılara…

Birer tekerlek kaşar peynirinin ardından yuvarlanıyorlardı…

Yuvarlanmazlarsa salaktırlar…

Çünkü gelenek güçtür, soyluluktur, uygarlıktır…

ABD ona sahip olmadığı için…

Onu yeniden üretti ve bütün dünyanın zevkini, ağız tadını bozdu…

Geleneksizlik Amerikancıdır, Küreselcidir,

Büyüterek yazıyorum, ULUSALCIDIR!!!...

Merkezefendi büyük bir tıp bilgini…

Goethe ormanlarda yaprak toplamadan çok önce…

Rousseau İsviçre göllerinden birinin kenarına yerleşip…

Ağaç kabukları ve bitki türleri toplamaya başlamadan yüzlerce yıl önce…

Geliştirdiği terkiplerle bilimsel bir çığır açan…

Büyük bir tıp adamıydı…

Anladım…

Sen onu işaretinden tanıdın…

Yakasında sarı bir yıldız gibi duran…

O “Eskide yaşamış olmak”lığından…

Ondan eli silaha attın…

Anladım…

Ama sen de bir süre sonra…

O eskiye dahil olacaksın…

O zaman torunlarımızın bebeleri…

Seni, yazı tekniği ve kavrayış ekollerinin bir Paganini’si değil de

Sıradan bir yeteneksiz mahalle bıçkını diye anarlarsa…

O zaman ne olur…

(Dur böle-

rek...

Yazayım, n’olur n’olmaz)

Al…

lah…

Muha…

Fa…

Za…

Sizin de bir gün boynunuzu büken bulunur

Turgay Yener
yenerturgay@gmail.com
2008-06-12

Sizin de bir gün boynunuzu büken bulunur

Aradan yıllar yıllar geçti.

Hala dönmedin,

Neredesin sen özgürlük!

On yıllar önce siyahlara yapılan ayrımcılığın zirveye ulaştığı Amerika Birleşik Devletleri'nde karşılaşılan nefret dolu uygulamaların bir benzeri şimdi ülkemizde yaşanıyor.

Tarih 1 Aralık 1955 - Yer: ABD

ABD’nin güney eyaletlerinde otobüse binen Rosa Parks, siyahlar için ayrılan bölümdeki bir koltuğa oturur.

Beyaz bir yolcu aynı otobüste kendileri için ayrılan bölümde yer bulamayınca şoför ile birlikte Parks’ı yerinden kaldırmaya yeltenir. Kalkmayı reddeden Parks tutuklanarak hapse atılır.

Bu olay sonrasında siyahlar bir yılı aşkın süre otobüslere binmez. Otobüs şirketlerini bile zarara uğratan bu güçlü direniş üzerine ABD Federal Mahkemesi otobüslerde siyah ve beyazları ayrı bölümlere oturma uygulamasını kaldırır.

Tarih 9 Haziran 2008 - Yer: Türkiye

Van Yüzüncü Yıl üniversitesi kampüs girişinde, üniversiteye öğrenci taşıyan bir otobüs kolluk güçleri tarafından durdurularak içindeki başörtülü öğrenciler herkesin gözleri önünde seçilerek otobüsten indirilir.

öğrencilerin ancak başlarını açtıktan sonra kampüse girmelerine izin verileceği söylenir. Başlarını açmayan öğrenciler ise kampüse alınmaz.

Bir dönem ABD’deki faşizan uygulamaları anımsatan yasağın uygulayıcıları, ayrımcılıklarına gerekçe olarak, Anayasa’da olmayan bir yasağın, görevi olmayan bir mahkeme tarafından yapılan çarpık yorumunu delil olarak gösterirler.

Evet ABD’de ki Federal mahkeme yasağı 1955’te kaldırıyor.

Aradan 53 sene geçmesine rağmen bizdeki yasakçı yargıçlar özgürlüğe idam fermanı yazıyor.

önemli Olan İçinde Ne Olduğudur

New York'taki Central Park'ta, bir bahar günü, baloncu gelip geçenlere balon satarken; arada bir de bir balonu koparıp, bırakıyor, balon havada süzüle süzüle göklere yükseliyor.

Afrika asıllı küçük Amerikalı bir kız baloncuya yaklaşıp sorar: "Siyah bir balonu da bıraksanız yükselir mi, uçar gider mi?"

"Balonun renginin hiçbir önemi yok," der baloncu. "Dış görünüşün hiçbir önemi yoktur. önemli olan içinde ne olduğudur."

"Ellerin yurdunda çiçek açarken
Bizim illere kar geliyor, kar geliyor gardaşım
Kim çizmiş bu hududu gönlümüze
Dar geliyor, dar geliyor gardaşım”

Darbe üstüne darbe; muhtıra üstüne muhtıra

Takvimlerde tarih alfabelerde harf bırakılmadı!

Y-muhtıradan sonra alfabede sadece z harfinin kaldığını hatırlatmak isterim.

O’nu da yapın.

Kelepçe vurun tüm özgürlüklere!

Ancak bir gün;

Tahtınız da kurtarmayacak sizi, tacınız da!

Alıcı kuş kadar bile sürmeyecek fiyakanız!

Bilmez misiniz zulüm ile abad olunmaz.

Sizinde bir gün bulunur; boynunuzu büken!

Sizin de bir gün bulunur; gözünüzü yaşlı bırakan!

11.06.2008

Bunlar da Türkiye'nin zencileri

Bunlar da Türkiye'nin zencileri

On yıllar önce siyahlara yapılan ayrımcılığın zirveye ulaştığı Amerika Birleşik Devletleri'nde karşılaşılan nefret dolu uygulamaların bir benzeri şimdi ülkemizde yaşanıyor.

Tarih 1 Aralık 1955 - Yer: ABD

ABD’nin güney eyaletlerinde otobüse binen Rosa Parks, siyahlar için ayrılan bölümdeki bir koltuğa oturur. Beyaz bir yolcu aynı otobüste kendileri için ayrılan bölümde yer bulamayınca şoför ile birlikte Parks’ı yerinden kaldırmaya yeltenir. Kalkmayı reddeden Parks tutuklanarak hapse atılır. Bu olay sonrasında siyahlar bir yılı aşkın süre otobüslere binmez. Otobüs şirketlerini bile zarara uğratan bu güçlü direniş üzerine ABD Federal Mahkemesi otobüslerde siyah ve beyazları ayrı bölümlere oturma uygulamasını kaldırır.

Tarih 9 Haziran 2008 - Yer: Türkiye

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi kampus girişinde, üniversiteye öğrenci taşıyan bir otobüs kolluk güçleri tarafından durdurularak içindeki başörtülü öğrenciler herkesin gözleri önünde seçilerek otobüsten indirilir. Öğrencilerin ancak başlarını açtıktan sonra kampusa girmelerine izin verileceği söylenir. Başlarını açmayan öğrenciler ise kampusa alınmaz. Bir dönem ABD’deki faşizan uygulamaları anımsatan yasağın uygulayıcıları, ayrımcılıklarına gerekçe olarak, Anayasada olmayan bir yasağın, görevi olmayan bir mahkeme tarafından yapılan çarpık yorumunu delil olarak gösterirler.

(Cevdet Kılıçlar - Vakit)

Hürriyet fetvacisini buldu


Hürriyet'in üzengisine el yetmez artik.Dört koldan Islam'a saldiriya geçti.
1.kol, yol irtica haberleri:oruc yedi diye dayak,cumhuriyet öretmenine dayak ..
2.Kol, müslümanlarin yaptigi yolsuzluklar.Ihale,vurgun,rüsvet,kadrolasma
3.Kol cinayetlerin müslümanlar tarafindan yapildigi yaygarasi:Töre cinayetleri,bacaklara kezzap dökme,pedofili(Hüseyin üzmez olayi)...

4.Kol eksikti oda bulundu.Yasar Nuri Öztürk simdi fetva verecek.Efendim basi acik namaz kilinir,tesettür farz degil,yada namaz illa sekilcilikle olmaz...
Bugunden itibaren baslamis zaten salvolarina.Zaten az okuyan bir millet oldugumuzu herkes yaziyor(nereden biliyorlarki?)
Az okumakla beraber sekile takilip Kur'an i arapca harfleriyle okumakla ugrasiyormusuz.Yani Hocaya göre Kur'ani tecvidle okumaya çalismak bos zaman harcamaktir.

Yasar Nuri hocamiz Kur'ani türkçelestirip arapcacisini yasak ettirsinki (Atatürk'ün istedigi buydu zaten) herkes istedigi gibi yorumlayabilsin.

Burada Hürriyet Yasar Nuri araciligyla Islam a tam taaruza geçmis durumda.
-Hocalar bile yaziyor diye çiplak mankenlerle dolu gazetesini genis bir halka satmak.
-Fetvacisi araciligi ile yazdiklari yalan haberlere deger kazandirmak.

Bu girism saldirilarla kandiramadigi müslüman halki içeriden vurmak.Tam bir siyonist teknigi.

10.06.2008

onlar

ONLAR kimlerdir?.. İnançları, felsefeleri, ideolojileri, ırkları, kimlikleri, dünyaya ve Türkiye’ye bakışları nelerdir?

Onlar genellikle pozitivist ve materyalisttir.

Taqiyye yaparak Müslüman gibi görünenleri vardır.

Bir kısmı kriptodur. Gizli Yahudi, Gizli Ermeni...

Halk çoğunluğunu hor görürler.

Halk onların gözünde güdülmesi gereken bir sürüdür.

çoğulculuğu, çeşitliliği, farklılığı kabul etmezler. Bir tek gerçek vardır: Kendi sübjektif gerçekleri.

Müslüman çoğunluğu iç tehlike ve tehdit olarak görürler.

İslâm’a büsbütün karşı değildirler. Lakin din hürriyetine çok dar sınırlar çizmişlerdir.

Lâik değildirler, laikliği bir din, bir ideoloji haline getirmişlerdir. Lâikçidirler.

Böl, parçala, hükm et prensibini esas almışlardır.

Halkımızı Türk Kürt, Sünnî Alevî, Dinci Lâik diye birbirine düşman kamplara ve kesimlere ayırmışlar; toplumda büyük kopukluklar oluşturmuşlardır.

Gerçek tarih yerine yapay, düzmece, sahte bir tarih yazmışlar, bunun mitleriyle nice neslin beyinlerini yıkamışlardır.

Anadili Türkçe olanları, bundan yetmiş seksen sene önce yazılmış roman, hikaye, tarih, şiir, edebiyat kitaplarını okuyamayacak, anlayamayacak derecede cahil etmişlerdir.

Eğitimi yozlaştırarak okur-yazar cahilliği yaygın hale getirmişlerdir.

Batı’yı örnek aldık demelerine aldanılmamalıdır. Batı’daki demokrasiye, insan haklarına, hukukun üstünlüğü prensibine karşıdırlar.

Gerçek ve tam demokrasiye değil vesayet demokrasisine taraftardırlar.

Eşitliğe inanmazlar. Mensubu bulundukları egemen azınlık daha eşittir.

ülke gelirinin yüzde 60’ını onlar paylaşır.

Faşizm heykelinin üzerine demokratik bir şal örtmüşlerdir.

Kendilerini Türkiye devletinin, halkının ve ülkesinin hizmetkârı olarak değil, efendisi ve sahibi olarak görürler.

Dedikleri dediktir, itiraz kabul etmezler.

İzin verdiklerinden fazla konuşanların ve çizmeden yukarıya çıkanların susturulmasını isterler.

Raison d’Etat icabı kendilerine göre muzır olan vatandaşları yargısız olarak idam edebilirler.

İdeolojilerini, hakimiyet ve saltanatlarını korumak mevzuubahis olunca ahlâk kuralları geçerliliğini yitirir.

Halkın kimliğinin ideolojik eğitimle değiştirilebileceğini ve bir homo devrimus nesli yetiştirilebileceğini sanırlar.

Kendilerinden ve kendileri gibi olmayan halka karşı acımasızdırlar.

Ufukları son derece dardır.

Saatleri 1930’larda durmuştur.

Başkalarının gözlerindeki saman çöplerini görürler, kendi gözlerindeki mertekleri görmezler.

Bu devlet, bu memleket, bu halk onlardan çok çekecektir.

Liberal Kesim Haklı Ama çok âciz

LİBERAL kesimde insana dehşet veren bir acizlik görüyorum. Böyle bir durumda ve ortamda yapılması gerekenlerin kaçta kaçı yapılıyor? Bence ancak 10’da biri yapılıyor.

Sanki bir köşe yazarları maçı yapıyoruz.

Liberal kesime mensup ağır toplar, orta toplar, küçük toplar, kurusıkı toplar günlük atışlar yapıyor.

Profesyonel olmadığım için beni saymayın ama köşe yazarlarının da reyting endişeleri var. Filanca bugün vermiş veriştirmiş, döktürmüş, karşı tarafı rezil etmiş, ötekileri yerin dibine sokmuş...

Krizin toz dumanı içinde yüksek liberal hukukçular neler yapıyor?

Mesela bin liberal akademisyen ve hukukçu bir kurultay halinde toplanıp “Hukuk Misakı” başlıklı bir metin yayınlayamazlar mı?

Metîn bir metin... Tarihe geçecek... Hem içeriği (muhtevası), hem lisan ve üslubu, hem de tesiri bakımından çok önemli ve kalıcı bir metin olacak... Türkçesi, Ahmed Cevdet Paşa’nın Türkçesi gibi akıcı olacak, sanki mensur şiir (şiir gibi düzyazı)...

Bu metin İngilizce’ye, Fransızca’ya, Almanca’ya, Arapça’ya ve daha birkaç büyük lisana çevrilecek ve kısa zamanda yüz milyonlarca insana okutulacak.

Karikatür ve mizah çok büyük güçlerdir. ülkemizin ve dünyanın en güçlü ve tesirli karikatüristlerine konuyla ilgili karikatürler çizdirilecek.

Şairlere epik ve mizahî manzumeler yazdırılacak.

Dünyanın bütün medenî, hukuklu, ileri, demokrat, hukukun üstünlüğünü kabul etmiş, temel insan haklarına saygılı ve bağlı ülkelerinin üniversitelerinde başörtüsünün serbest olduğuna dair afişler, albümler bastırılacak.

Karşı tarafın çelişkileri, ipe sapa gelmez işleri, tutarsızlıkları dile getirilecek.

Ey keskin zekâ, ey edebiyat, ey mizah, ey karikatür, ey firaset, ey yüksek siyaset, ey şehir kültürü, ey gayret, ey hamiyet nerelerdesiniz?

Ey haksızlıklara karşı kükreyen dâvâ şairleri, varsanız zuhur ediniz!..

Bugünkü vahim krizi/savaşı sadece ateşli köşeyazıları ile kazanabilir miyiz?

Niçin Le Monde, The Times, Frankfurter Allgemeine Zeitung, Washington Post ve benzeri gazetelerde tam sayfa bildiriler yayınlanmıyor?

Böyle siyaset ve hukuk savaşları ağlamakla, inlemekle, ucuz şikayetlerle, vurucu köşe yazılarıyla kazanılmaz ki...

Bu işin satrancı böyle oynanmaz ki...

Mehmet Sevket Eygi/milli gazete

8.06.2008

Yargıçlar yargılansın cezaevine atılsın

Yargıçlar yargılansın cezaevine atılsın

İSTANBUL Milliyet

Hükümet yanlısı ve muhafazakâr basın Anayasa Mahkemesi’ni, iptal kararını veren üyelerini ağır bir dille eleştirdi. Kimi gazete ve yazarlar, mahkeme üyelerinin tutuklanıp, yargılanmaları ve cezaevine atılmaları gerektiğini söylerken, başörtülü bir köşe yazarının Anayasa Mahkemesi üyeleri için, “Zurna ile aralarında bir fark göremiyorum” nitelemesi dikkat çekti.

Yavuz Bahadıroğlu (Vakit): Çok sıkıldığınızda, kendi döneminin zalimlerinin suratına haykıran Bediüzzaman gibi haykırın:“Zalimler için yaşasın cehennem!”
Ahmet Taşgetiren (Bugün) : Hiç endişeniz olmasın, inkıtalar olur, ama milletin yürüyüşü devam eder. Millet terbiye eder.
Serdar Arseven (Vakit): Evet...Oldu bitti...Geldiğimiz noktada...“Anayasa Mahkemesi” üyeliklerine ilişkin bir tasarrufta bulunmak mümkün mü?..Onu düşünüyoruz!..Birileri, “üzerine düşeni” yapmıyor...Israrla, inatla yapmıyor...Ve burada oturmuş, yine biz düşünüyoruz!..

‘Zurnalar zırt dedi’
Fikri Akyüz (Yeni Şafak): Geleceğe yönelik “temiz” duygular taşıyan Fikri, bugün çok “pis” yazacak. Oysa 9 kişi, 22 milyon kişiyi “insan” olarak görmemiş, onlara “sümüklü böcek” muamelesi yapmıştır. Ve mahkemenin kararlarına saygı maygı duymuyorum.
Sibel Eraslan (Vakit): “Zurnalarla yargıçlar arasındaki yedi farkı bulunuz” şeklindeki dünyanın en zor pazar eki bulmacasını çözmekle meşgulüm. Ben, hiçbir fark bulamıyorum zurnalarla yargıçlar arasında.
Hasan Karakaya (Vakit):Ya bunları yargılayın, ya da Meclis’i kapatın! Bu bir tecavüzdür...
A. İhsan Karahasanoğlu: Ama mahkemedeki bugünkü denge bozulduğunda, yapılan işlemin “kasten görevi suiistimal olduğu” tesbit edilip, “kasten yanlış karar veren 9 üye”nin de cezaevine atılması, hiç de ihtimal dışı değil...Ama 2008 darbesinin failleri, bence yargılanmaktan kurtulamayacaklar.
Ahmet Kekeç (Star): Bu bir darbedir. Bu çok ciddi bir suçtur. Normal ülkelerde bu suçun karşılığı polis marifetiyle derdest edilmek ve anayasayı ilga suçundan yargılanmaktır. Parlamento, çünkü, ‘tutuklama’ dahil, her türlü yetkiye sahiptir...
Mehmet Kamış (Zaman): Oligarşik bürokrasi diye tam da buna diyorlar sanıyorum. Yoksa krallık mı demek daha doğrusu? Evet, 11 kişilik kurumsal krallık.
Vakit gazetesi 9’u da yargılanmalı ve ‘Kervan yürür’ başlıkları atarken Milli Gazete’nin manşeti ‘Yargı ihtilali’ oldu.

7.06.2008


Bu tarihte Turgut Özal’ın üyeliğe seçtiği Sacit Adalı emekliye ayrılacak. Adalı´dan sonra Nisan 2010´da asıl üye Necmi Özler, Kasım 2010´da asıl üye Şevket Apalak ile yedek üyeler Cafer Şat ve Mustafa Yıldırım emekli olacak. Bunların yerine de seçimi Gül yapacak. 2011´de yedek üye Fettah Oto´nun, 2013´te Fulya Kantarcıoğlu´nun, 2014´te ise Ahmet Akyalçın, Ayla Perktaş ile Mehmet Erten´in yerlerine asıl üye seçimleri yapacak. Böylece Gül, 5 artı 5 formülüne göre 10 yıl Çankaya’da kalırsa Anayasa Mahkemesi´ne 7 asıl, 4 yedek üye seçecek. 5 yıl kalırsa da 3 asıl üye atayacak.

Anayasa Mahkemesi üyelerinin görev süreleri şöyle:

Haşim Kılıç, 1950 doğumlu. Özal atadı. 2015’ye kadar görevde.
Sacit Adalı: 1945 doğumlu. Özal atadı. 2010’a kadar görevde.
Fulya Kantarcıoğlu: 1948 doğumlu. Demirel atadı. 2013’e kadar görevde.
Ahmet Akyalçın: 1949 doğumlu. Sezer atadı. 2014’e kadar görevde.
Mehmet Erten: 1949 doğumlu. Sezer atadı. 2014’e kadar görevde.
Serdar Özgüldür: 1955 doğumlu. Sezer atadı. 2020’ye kadar görevde.
Necmi Özler: 1945 doğumlu. Sezer atadı. 2010’a kadar görevde.
Şevket Apalak: 1945 doğumlu. Sezer atadı. 2010’a kadar görevde.
Serruh Kaleli: 1954 doğumlu. Sezer atadı. 2019’a kadar görevde.
Osman Paksüt: 1953 doğumlu. Sezer atadı. 2018’e kadar görevde.
Ayla Perktaş: 1949 doğumlu Sezer atadı. 2014’e kadar görevde.



Necdet Sezer bu ülkeye dikili tas birakmadi ama öyle bir kazik attiki bir nesil sürecek.Giderayak atadigi CHPli yargiçlar,bürokratlar devletin basina bela olmaya devam edecek.Sezer öldüğünde musalla tasina kounca Imam efendi "Ahmed nejdet i nasil bilirdiniz " deyince cemaat ne cevap verecek acaba? 7 yil Islam ve müslümanlarla savas halinde bulundugu halde cenazesi camiden mi kalkacak?
Her Asirda bir deccal çikarmis.Benim nazarimda Nejdet Sezer 21.yüz yilin Deccalidir.

Kara bir gün

Gülay Göktürk'ü yıkan isyan mektubu
Birlikte vatandaşlıktan çıkmak için dilekçe verelim

Kara bir gün

"Hep birlikte vatandaşlıktan çıkmak için İçişleri Bakanlığı'na dilekçe verelim. Birleşmiş Milletler'in Vatansız Kişilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme'sinin tanıdığı haklardan yararlanmak üzere BM'nin Ankara Temsilciliği'ne müracaat edelim."

Çaresizliğin, umutsuzluğun, haksızlık karşısında duyulan isyanın bir tezahürü olan bu mektup, iki gündür işittiğim acılı feryatlardan sadece bir tanesi...

Kendi ülkesinde bu kadar aşağılanmaktan ve itilip kakılmaktansa vatansız kalmayı düşünecek kadar çaresiz kalan bu insanları nasıl avutabilirim? Onlara ne umut verebilirim? Neyi beklemelerini söyleyebilirim?

Biz ki her on yılda bir darbe yaşadık, meclis defalarca dağıtıldı; seçtiklerimiz yaka paça hapse atıldı. Ama hepsinde bir geri dönüş umudumuz vardı. Darbeciler elbet bir gün kışlalarına dönecek ve söz yine bize geçecekti. Sabrettik ve bekledik.

Peki bu defa neyi bekleyeceğiz? Bu 11'in değişmesini, yerine başka bir 11 gelmesini mi? Kaderimiz 11 kişinin dudakları arasında olduktan sonra bunun hangi 11 olduğu ne fark eder ki...

Kaybımız büyük... Yetim kaldık. Hukuku kaybettik. Artık en zor zamanımızda, başımız darda kaldığında son çare olarak sığınabileceğimiz bir hukukumuz yok.

Zaten nicedir çok hastaydı, ama umudumuzu yitirmemiştik. Anayasa Mahkemesi en sonunda, önüne gelen son davada büyük bir duyarsızlıkla fişi çekti.


Ne olayın safahatını anlatmak geliyor içimden, ne de kararın hukuksuzluğunu izaha çalışmak... Bilen zaten biliyor, bilmeyenlerin de anlamaya hiç niyeti yok.

Şu anda benim kendime, okurlarımın da bana sorduğu tek bir soru var ortada:

Şimdi ne yapacağız?

Anayasa Mahkemesini mi kapatacağız?

Anayasa Mahkemesini kapatan yasayı bozacak olan da bu Anayasa Mahkemesi değil mi?

Anayasa'yı mı değiştireceğiz?

Yapılan her değişiklik aynı barikata toslayıp geri dönmeyecek mi? Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı Türkiye'de sadece darbecilerin yeni Anayasa yapma yetkisi olduğunu acı bir şekilde göstermedi mi?

Erken seçime mi gideceğiz?

Erken seçim, Meclis'in temsil kabiliyeti, hükümetin meşruiyeti üzerinde soru işareti olduğu zaman bir çaredir. Daha on ay önce seçmen yüzde 47'lik bir oyla sözünü söylemişse; bürokratik dayatmalara karşı kendi iradesine saygı istediğini apaçık ortaya koymuşsa, daha ne yapsın bu halk? Neden gitsin ki sandığa? Seçtiği Meclis'in yasama yetkisi elinden alınmışsa yenisini neden seçsin? Yüzde 47'yle iktidara getirdiği parti çatır çatır kapatılıyorsa, yeniden sandığa gidip yüzde 99'la seçse ne değişecek?


Evet, ben de biliyorum ki, bu son karar aslında ölümcül bir zaafın ifadesidir. Anayasa Mahkemesi'ne herhangi bir ikna edicilik kaygısı bile taşımadan, inanılmaz bir fütursuzlukla "Hukuk benim; ben yaptım oldu" dedirten şey, güç değil güçsüzlüktür. 80 yıldır süregiden vesayetçi sistemin toplumdaki değişim talebi karşısında yaşadığı çaresizliktir; sıkışmışlıktır.

Böyle durumlarda sonunda kazanan haklı olanlar; demokrasiyi ve özgürlüğü savunanlar olur. Anakronik fikirlerini otoriter rejimlerle sürdürmeye çalışanlar nihai olarak kaybetmeye mahkumdur.

Evet, günün birinde bütün bu olup bitenlerin absürdlüğü anlaşılacak. Gelecek kuşaklar, üniversitelerdeki başörtü yasağını, kadınlara oy hakkı vermemek kadar inanılmaz bir gerilik olarak görecekler. "Biliyor musunuz; eskiden Türkiye'de üniversitelerde baş örtmek laikliğe aykırı sayılıyormuş" deyip şaşacaklar.

Ama şu anda bu gerçek, ne bütün yetişkin hayatı darbelerle ve darbeci zihniyetle kararmış benim gibileri avutabiliyor, ne de üniversiteye gitme umutları silip süpürülen on binlerce genç kızı...

Çünkü herkesin bir tane hayatı var.

Bugün gazetesi

Soytarilik


Ne yaziyor bu binanin duvarinda Haklar ve özgürlükler insanligin onur ve erdemidir.
Pekii,burada yargi kararlari veren haklar ve özgürlükleri savunan bir nevi devrim meclisi mensublari ne yapti?Haklar ve özgülükleri kisitlayan hatta yok sayan bir karar aldi.Kendi ilkesini yine kendisi çignedi.
Sahi devrim meclisi nerde vardi?SSCB,Iran,Cezayir,Kuba?
Bu ülkelerde zorba rejimi korumak için devrim meclisleri olur(du).Demekki dogru.Türkiye Iranlasiyor.AKP ile degil Yargi diktatoryasiyla Iranlasiyor.
Bu kadarda soytarilik olmaz!

5.06.2008

Türk olmaktan utanç duyuyorum artik

11 kisinin diktasina maruz kalan bir ülkenin vatandasi olmaktan utaniyorum.Türk olmaktan utanç duyuyorum artik.Yüksek Yargi organlari adaleti degil, Mavi Rüya filmindeki gibi kendi emellerini korumaya çalisiyorlar.Türkiye artik bir demokrasi degil yargiçlar diktatoryasi olmustur.Mösyö Sarkozy hakliymis.Demokrasinin D sini bile anlamayan bir ülkenin Avrupada yeri yok.

3.06.2008


Yavuz Bahadıroğlu - Vakit
ybahadiroglu@vakit.com.tr
2008-06-03

Ayasofya, ah Ayasofya!

1 Haziran tarihi, Ayasofya’da ilk Cuma namazı kılınışının 555. yıldönümüydü. Başka konular araya girdiği için günü gününe yazamadık. Ama tümüyle ıskalamak ahlâki olmayacaktır. çünkü Ayasofya bir “sembol mabet”dir. Fethin kalbidir.
Ayasofya dendiğinde içini hicranla çekmeyen bir “Anadolu insanı” bulmak zordur. Tabii bu sözüm “Anadolu insanı” özelliklerini koruyanlara ilişkindir: Doğu ile Batı arasında bocalamaktan tıknefes olmuş, ya da kendi değerlerini elinin tersiyle itip kendi halkına yabancılaşmış olanları kapsamaz.
Ayasofya bu milletin yüreğinde yetmişdört senelik bir hüzündür! Cami oluşundan tam 481 sene sonra çıkarılan bir bakanlar kurulu kararıyla, Ayasofya Camii, müzeye çevrilip namaza kapatılmıştır. Bu münasebetle bir kez daha söylüyorum: Osmanlı Devleti’nin kuruluş amacı Bizans’ın fethi, fethin dayanağı, Peygamber-i âlişan Efendimiz’in fethe ilişkin müjdesi ("Konstantîniye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir!" [Kaynak: Ahmed bin Hanbel, Müsned; c.4, s.335] şeklindeki meşhur hadis-i şerif), müjdenin yüreği ise Ayasofya’dır.
Ayasofya’yı sıradan bir mabet olmaktan çıkarıp sembolleştiren saik, Peygamber müjdesi şehrin yüreğini teşkil etmesidir. Bu kimliği ile Ayasofya, Osmanlı asırlarında çok önemsenmiş, o kadar ki, Ayasofya imamına saray protokolünde yer verilmiştir.
Bırakınız tarihi kimliğini bir yana, fetihten sonra, fetih ordusunun ilk Cuma namazını kıldığı mâbed olarak düşünmek bile, Ayasofya’nın “cami” olarak hizmet vermesindeki zaruret ortaya çıkar.
O anı düşünür müsünüz?.. Salı günü fethedilen Bizans’ın en büyük mabedi Ayasofya baş döndürücü bir hızla Müslümanlaştırılıp Cuma namazına hazırlanmış, Fatih Sultan Mehmed’in yanıbaşında camiye giren hocası Molla Ak Şemsüddin, camiyi hınca hınç dolduran fetih ordusuna hitaben yaptığı konuşmaya, “Ey gaziler!..” diye başlamış, “bilin ve agâh olun ki, cümleniz hakkında Ahirzaman Peygamberi ol Server-i Kâinat Efendimiz Hazretleri, ‘Onlar ne güzel askerdir’ buyurmuştur. İnşallah cümlemiz mağfuruz. Fakat gaza malını israf etmeyüb Konstantiniyye içinde hayır ve hasenata sarf ve Padişahınıza itaat ve muhabbet ediniz” demiştir.
Konuşmasının ardından şanlı talebesinin başına iki çatal ablak sorguç takmış ve sözlerini “fisebil-illâh mücahid” olması dileğiyle tamamlamıştır: “Bütün Al-i Osman’ın ab-ı ruyu [şerefi, namusu, haysiyeti] oldun. Heman mücahid-i fi sebil-illâh ol!”
İşte bu sebeple Ayasofya büyük fethi sembolize etmektedir. Ne hazin ki, tam 481 sene Müslümanların secdegâhı işlevini gördükten sonra, varlığı bile tartışmalı 14. 11.1934 tarihli bir bakanlar kurulu kararıyla müzeye çevrilip namaza kapatılmıştır. İşte kararın metni:
“Sayı: 2/1589
“Maarif Vekilliğinden yazılan 14.11.1934 tarih ve 94041 sayılı tezkerede; eşsiz bir mimarlık, sanat abidesi olan İstanbul’daki Ayasofya Camii’nin tarihî vaziyeti itibarıyla müzeye çevrilmesi bütün Şark âlemini sevindireceği ve insanlığa yeni bir ilim müessesesi kazandıracağı cihetle bunun müzeye çevrilmesi, çevresindeki evkafa ait dükkânların yıktırılması ve diğerlerinin de evkafça istimlâk edilmesi suretiyle güzelleştirilmesi ve tamiri ve daimî muhafazası masraflarına karşılık da evkafça bu sene ve gelecek seneler bütçelerinden muayyen bir para ayrılması hakkında bir karar ittihazı istenilmiş ve Evkaf Umum Müdürlüğü’nden yazılan 153197/107 sayılı mütalâanamede, bu caminin Bizanslılardan kalma bir eser olması hasebiyle hiçbir vakfı olmadığı ve her ne kadar cami olduktan sonra sultanlar ve halk tarafından bazı gelirler bağlanmışsa da bunlardan aşar olarak bağlanan sultan gelirlerinin kaldırılmış olduğu ve halk tarafından bağlanan gelirler ise Kur'an okumak ve buna benzer belli ve nerede olursa olsun yapılabilir dinî emekler için olup müzeye çevrilmesi ve korunması için verilecek bir geliri bulunmadığı ve şimdiye kadar tamiri, gelirine bakmadan diğer vakıflarla bir arada yapılabilmekte olan bu bina cami olmaktan çıkınca artık buna da imkân kalmayacağı ve bütçelerinin bugünkü vaziyeti herhangi bir yardıma da yol bırakmamakta olduğu ve çevresindeki yapılardan evkafa ait olanları yıkmak ve kaldırmak elden gelirse de ötekine berikine ait olanların evkafça satın alınmasına imkân bulunduğu bildirilmiştir.
Bu iş İcra Vekilleri Heyeti’nde 24.11.1934’te görüşülerek caminin çevresindeki evkafa ait binaların Evkaf Umum Müdürlüğü’nce yıktırılarak temizlettirilmesi ve diğer binaların istimlâk, yıkma ve binanın tamir ve muhafazası masrafları da Maarif Vekilliği’nce verilmek suretiyle Ayasofya Camii’nin müzeye çevrilmesi tasvip ve kabul olunmuştur.” (İmzalar)

1453'te İstanbul’u fetheden Osmanlılar Ayasofya'yı harabe halinde buldular. Muhteşem mozaiklerinin çoğu yağmalanmış, altın, gümüş gibi değerli madenler, bir zamanlar Bizans’ı kurtarmak için İstanbul’a gelen Haçlılar tarafından yağmalanmıştı. Müverrih Tursun Bey, bir görgü şahidi olarak fethin Ayasofya’sını şöyle anlatıyor:
“Onun rahnesine taş koyacak bir mimar kalmamış, mamur olarak sadece bir kubbesi kalmıştı. Padişah-ı Cihan bu binayı harab ve yebab (yıkık) görünce, ahir harap olmasın deyüp tamirini ve bakımını emretti.”
İşte bu yüzden Ayasofya, Hıristiyan Bizans’tan çok, Müslüman Türk’ün eseridir. Bu gerçeği Paul Wittek gibi vicdanlı müsteşrikler bile vurgulama gereği duymuşlardır.
Wittek şöyle diyor: “Ayasofya’nın, bu muhteşem kilisenin muhafazasını, asırlar görmüş yapının zamanın tahribatına karşı müdafaasını, sırf Türklerin sahip olduğu teknik maharete ve iktisadî kaynaklara borçlu olduğumuzu itiraf edelim.”
Başka söze ne gerek var?

http://www.habervaktim.com/yazaroku.php?id=4304



1.06.2008

Çuvalladık ey halkım

Ahmet Hakan Hürriyet'e geçeli ilk kez dogru bir yazi yazmis.Cuvalladigini,yanildigini kabul etmis.Hatasini kabul edip özür dilemek de erdemliktir.Bundan dolayi tebrik ediyorum.LAkin her konuda oldugu gibi (kendi itirafi) dinlenme olayindada A.Hakan ve bulundugu medya ön yargili olarak atlamislar olayin üstüne.

Ön yargi,sui zan.Evet islamofoblarin ön yargilari bu ülkeyi karistiriyor.Yarginin en basindaki bile ön yargi ile karar veriyor.Yok efendim AKP nin genel baskani,filan milletvekili falanca yerde Allah demis,hamdolsun demis vede bunlar irtica gerekcesiymis.Hamdolsun demek laiklige karsi gelmekmis.

Yada basörtüsü hakkini savunmak laiklige karsi islenen bir suçmus da bu zihniyete sahip kisilerin kurdugu bir partiyi kapatmak bassavcinin görevi oluyormus.Neticesi ne olursa olsun,ne pahasina olursa olsun önlem alinmasi gerekirmis.

ÖNLEM almak diktatör rejimlerin basvurdugu bir tavirdir.Israil diktatör rejimi ön yargili davranarak filistin halkina eziyet ediyor.Amerika önyargilarina kapilarak (ne olur ne olmaz) Irak'a ,Afkanistana saldiriyor.

Tarihte önyargilar çok zulme sebep olmustur.Firaun da önyargili davranip Israilogullarinin erkek çocuklarini toplatip öldürmüstü de Hz Musa'nin annesi onu bir sepete koyup nehire atmisti.Hikmet ilahi yerini bulacakki yine onu kurtaran,besleyip büyüten Firaun olmustu.Demekki zulmeden kendi tuzagina düsüyor.

Müslümanlar ön yargili olmazlar.Sui zan Ayetle hadisle yasaklanmistir bize.
Bir Muhaberede, Sahabeden birisi bir müsrik askerini öldürecegi zaman "beni bagisla sehadet getireyim der.Fakat sahabe "yalancisin korkudan diyeceksin" der ve o askeri öldürür.Bu hadise Efendimize arzedilir.Huzuruna çagirilar sahabeyi.Sahabe gerekçe olarak :ya Resulallah o yalanciydi korkudan sahadet getirmek istediydi der.Efendimiz az ve öz olarak "Sen onun kalbini açip okudunmu" diye ikaz eder.
Sui zanin yasak oldugu ayetlede sabittir "ey iman edenler Zannin cogundan sakinin, zira zannin bir kismi gunahtir" buyuruyor yüce kitabimiz Hucurat suresinde.

Burada suizan(önyargi,kötü niyet) den degil zan dan bahsediliyor.Yani bir konu hakkinda arastirmadan,sormadan ben böyle zannetmistim diye davranmanin sakincali oldugu bu tür davranislardan mü'minlerin uzak olmasi gerektigi bildiriliyor ayette.Eger zan kötülük yapmaya,kalp kirmaya sevk ediyorsa buna sui zan denirki çok vebali vardir,müslümanlar sui zan da bulunmazlar.Iste Ahmet Hakan in mensup oldugu cenahla müslümanlar arasindaki fark budur.Onlar hep suizan,hakaret çamur atma pesindeler.Içinde bulundugu medya kurumu sürekli dindarlarin açiklarini arastiriyor en ufak bir hatayi bin kat büyüterek mansetlerine tasiyorlar.

Fakat Vakit gazetesinin telekulak komedisini açiga vurmasiyla gazeteler birden yön degistirip baska konulara geçtiler.Milletin zihnini bulandirmak için oradan buradan telefon nasil dinlenir,teknikleri nelerdir,zamaninda kimler dinlenmis vs vs .Son olarakda baska bir CHP li Onur öymen güya büyük elçilikte telefonlarini kapatmislarda amerikalilar yan odada onlarin konustuklarini kayda almislar.Iste gördünüzmü telefonlarinizi kapalida olsa dinlenir demisler.

Halbuki bir cep telefonunu herhangibir degisiklik yapmadan kapali oldugu halde dinlemek imkansizdir.