13.11.2008

“Tanrı uludur” ama Atatürk de uludur, “Ulu önder”dir

“Tanrı uludur” ama Atatürk de uludur, “Ulu önder”dir

Atatürk’ün halk ile iç içe, halktan biri olduğunu söylerlerdi.

Ali EREN
Yazı Boyutu: A A A

Ama diğer insanlarda bulunan insânî zaafiyetlerin Atatürk’te de bulunduğunu anlatan Can Dündar’ın “Mustafa” filminden pek rahatsız oldular. Çünkü onlara göre, Atatürk nasılsa öyle değil de insanüstü bir varlık olarak tanıtılmalı, taptaze küçük beyinler daha baştan Atatürk’ü masal kahramanlarından bile büyük, erişilmesi mümkün olmayan ulu bir varlık olarak tanımalıdır. Zaten Atatürk’e onun için “Ulu önder” diyorlar ya…
Türkçe ezan denilen sözde tercümeye bakın bir! Hazreti Allah hakkında kullanılan sıfatla Atatürk hakkında kullanılan sıfat aynı. İkisi de “Ulu.” Hazreti Allah hakkında Tanrı uludur, Tanrı uludur deniliyordu. Ama Atatürk de ulu. Tanrı uludur ama Atatürk de pek aşağı değil, o da ulu. “Ulu önder.”
Can Dündar’ın “Mustafa” filmi “Ululuğu vurgulamadığı için” köpürüyorlar. Atatürk hiç insan olur mu canım? O insanüstüdür…
Bir insanı, Allah’a eş koşarak şirke düşüyorlar deyip, hemencecik karar vermeyeceğiz. Kullandıkları başka sözlere de bakacağız. Bakalım başka söyleri de var mı?
Var mı da söz mü! Hem de istemediğiniz kadar. Hem de daha Atatürk hayattayken. Niceleri var ki, milleti Atatürk üzerinden daha o zaman kandırmaya başlayıp bu tavırlarını şimdikilere miras bıraktılar. Hz. Allah hakkında söylenmesi icap eden ne varsa hepsini Atatürk hakkında kullandılar…
Meselâ, Faruk Nafiz Çamlıbel’in 1921 tarihli “Allah’ın En Büyük Kulu” başlıklı bir şiiri var. Şiirin başlığından bunun önce Peygamberimiz hakkında kaleme alındığını zannedilir. Çünkü Allah’ın en büyük ve en sevgili kulu O. Ama zannettiğiniz gibi değil. Şiir Atatürk hakkında. İşte o kıta:
Eğilmez azmini dünyaya bildir,
Yurdumu ölümden sen halâs eyle.
Anmazsa evladım benden değildir
Adını bir değil bin besmeleyle.
Besmeleyle kimin adı anıldığını herkes bilir? Tabii ki “Bismillah…” diyerek Allah’ın. Nitekim, Besmelenin mânâsı bize “Esirgeyen bağışlayan Allah’ın adıyla” diye öğretilir
Aynı şâirin “Çankaya” başlıklı şiirinin bir kıtası şöyle:
Bu hıyâbân ebediyyet yoludur,
Gider Allah’a kadar burdan ucu.
Hıyâbân, iki tarafı ağaçlı büyük yol demek. Çankaya’ya giden yoldan bahsediliyor. Çankaya’da kim var? Atatürk… İşte bu yol hakkında “Gider Allah’a kadar burdan ucu” deniliyor.
Can Dündar’ın, Atatürk’ü her şeyden büyük göstermeksizin, gerçekleri yansıtan perdeleri hafifçe, azıcık aralamak bile sayılmayacak şekilde, zaten bilinen şeyleri hatırlatmasına kızan çevreler, Atatürk için yazılan şu şiire 1938’den beri niçin hiç ses çıkarmazlar:
Ey ilâhın yüce davetlisi, göklerden eğil,
Göreceksin, duruyor kalbimiz üstünde putun.
(Atatürk’ün ölümü üzerine, Faruk Nafiz Çamlıbel, 1938)
Bu milletin evlatları, Atatürk’ü ilahlaştırmak için bazılarının senelerdir adeta bir yarış içerisinde bulunduğunu bilmeli. Yapabilenler Atatürk’e ilâhî sıfatlar yüklediler yapamayanlar ise onlara alkış tuttular. İslâm inanç ve itikadına sığmayan mısralardan bir örnek:
Solmaz o beniz, yok o bakışlar yine mavi,
Lâyık onu tutsak biz ilâhlarla müsâvi.
Bu şiiri yazan da Edip Ayel… Bu adam da, yazdığı şiirde birçok ilahlar olduğunu söylemekten geri kalmıyor. Ona göre, bir ilah yok ilahlar var. Ama Türk milletinin ilahı ayrı. Peki kimmiş? Buyurun okuyun:
Kalbimdeki tunç heykeli gök çatlasa bölmez,
İnsanlar ölür, Türk’e ilah olmuş er ölmez.
Ölecek olanlar sadece insanlarmış. Ama Türk’e ilah olan er ölmezmiş. Çünkü o er insan değil…
Bir milletin çocukları, işte böyle şiirlerle büyütüldü/büyütülüyor, uyutuldu/uyutuluyor, yetiştirildi/yetiştiriliyor… Siz bu şiirlere ne diyorsunuz ey “Biz de Müslümanız” diyen Atatürkçüler?

8.11.2008

Türkiyenin zenciler

Amerika da bir siyahi vatandas dünyanin en güçlü ülkesine Baskan seçildi.Bundan 50 yil önce ise insan olarak bile kabul edilmiyorlardi.
Bizde ise 85 yil oldu zihniyet hala ayni sürüyor.

2.11.2008

Harf

Yavuz Bahadıroğlu - Vakit
ybahadiroglu@vakit.com.tr
2008-11-02
Harf


“Harf” deyip geçmemek lâzım… Her harf önemli olmasaydı, Hz. Âli Efendimiz, “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” der miydi?
Bizim bin yıllık alfabemizin tüm harfleri 1 Kasım 1928'de değişti. Buna “Harf İnkılâbı” deniyor.
Bu “inkılâp” bir Türkiye’de olmuştur, bir de Sovyet esaretindeki Türk devletlerinde…
Onun dışında, Lenin ve Mao gibi, son derece sert darbelerle iktidara gelen ihtilâlcılar dâhil, hiçbir ülkenin yöneticisi alfabeyi değiştirmemiş, alfabeye dayalı olarak gelişen kültürel birikimlerini yok etmeyi göze almamıştır.
Çünkü alfabe değiştirmek, yüzyıllar boyu oluşan sanatsal ve kültürel dinamikleri yerle bir etmek, ayrıca da kültürel birikimi gelecek nesillere taşımaktan vazgeçmek demektir.
Böyle bir teşebbüsün sonucu ise kimlik bunalımıdır. Kütüphaneler türbeye dönüşür. Gazete, dergi ve kitap satışları yıllar boyu toparlanamaz. Sanatsal faaliyetler ilgi görmez.
Çünkü alfabe, bir milletin bireysel ve toplumsal karakteristiğinin dışa vurumudur.
Yani, harfler ve kelimeler, toplumun karakteristik öğeleridir. Bunlar aynı zamanda müzikle, resimle, mimari ile ve edebiyatla harmanlanmıştır.
Örneğin, Kiril Alfabesi’nin dili, mimarisi, resmi, müziği, dansı, edebiyatı, estetiği kendine uygundur... Latin Alfabesi’nin, Japon Alfabesi’nin de öyle…
Kimilerinin “Arap alfabesi”, kimilerinin “Kur’an hattı”, kimilerinin de “Eskimez yazı” dedikleri yazı türü ise bizde farklılaşmış, “bize uygun” hale gelmiştir...
Aynı yazı, Arapların elinde “küfi”leşip köşelenirken, (sivri ve köşeli yazı türü aynı tür bir karakteri yansıtır) Osmanlı insanının elinde yuvarlaklaşıp “sülüs”e dönüşmüş, böylece Osmanlı’nın Araplara nispetle daha sabırlı, daha sevecen, daha uzlaşmacı ve dayanışmacı (birbirine bağlı harfler gibi) karakterini yansıtmış, en az “bizim kadar bizden” olmuştur.
Osmanlı mimarisi de aynı karakteristiğe uygun olarak şekillenmiştir...
Kubbe kültürü, toplumun yazıya yansıyan karakterine ek olarak bir korumacılığı (muhtaçları himaye gibi) da aksettirir...
Gerçekten Osmanlı idraki “fitre”, “zekât” ve “sadaka” gibi yardımlarla ulaştığı fukarayı minnet altına sokmamak için “vakıf”laşmış, bizatihi devlet büyük bir hayır kuruma dönüşmüş, hükümdarlar ve diğer yöneticiler bu büyük hayır kurumunun “hizmetlileri” olmuştur. (Başta padişah olmak üzere, üst düzey yöneticiler vakit buldukça fukaraya yemek dağıtılan mekânlara gidip bizzat bu hizmeti kendileri görürlerdi).
Hani kardeşiniz sağanak yağmur altında ıslanırken şemsiyenizi onunla da paylaşınca huzur bulursunuz ya, işte bunun gibi, Osmanlı insanı da kendisi gibi inananlar başta olmak üzere, tüm insanları “insanlık ekseni”nde kendine kardeş sayan bir hayat görüşü çerçevesinde, şemsiyesini, muhtaçları hayatın sağanaklarından koruyacak şekilde açmış, imkânlarını diğer kardeşleriyle de paylaşmıştır.
İşte bu “şemsiye harekâtı” kubbeye dönüştü ve kubbeler mabetlerde taçlaştı.
Bu mantık, İslâm Dini’nin “Hayat muavenettir (yardımlaşmadır)” şeklindeki özünden türemiş bir mantıktır.
“Osmanlı” ise, bu mantığı “hayat düzeni” haline getiren beceri ile sadakatin adıdır.
Itri’nin bestesi (özellikle de tekbir), Süleymaniye’nin kubbesine, ikisi birden sülüs yazısına, üçü birden Âkif’in’in “Süleymaniye Kürsüsü”ne (edebiyata), dördü birden ecdadın ebrusuna, oradan minyatüre (minyatürde perspektif yok diyenler, uzağı da yakın gören yüreklerin perspektifini kavrayamayanlardır), beşi birden mehter müziğine ve hepsi birden Kur’an’ın insanı merkez alıp hayatı onun etrafında örgüleyen estetik anlayışına ne kadar da yakışıyor.
Tanzimat öncesinden başlayarak gelen Batılılaşma süreci içinde, tümün bir parçası olan geleneksel alfabemizden vazgeçmekle, (bu işi önce Enver Paşa başlatmış, orduya Latin alfabesi kullanılmasını emretmiş, ancak Birinci Dünya Savaşı bu teşebbüsünün önünü kesmişti) sadece birkaç harften vazgeçmedik, böyle bir bütünlüğü bozduk... Ya da böyle bir bütünlükten koptuk!
O günden bu yana savruluyor oluşumuzda bu kopuşun rolünü görmezden gelmek imkânsız. Gördüğünüz gibi, alfabe değiştirmek basit bir olay değil!..
Çünkü alfabe olmayınca müzik olmuyor, edebiyat olmuyor, san’at olmuyor, mimari olmuyor; dilimizin bile zenginliğini koruyamıyor, kendimizi 300 kelime ile konuşmaya mahküm hale getiriyoruz.
Güya “Osmanlı Alfabesi” ile okuyup yazmak çok zordu. “Yeni Türk Alfabesi” (Selçuklularla birlikte yaklaşık bin yıldan beri kullandığımız alfabeye ısrarla “Arap Alfabesi” diyenlerin daha dün denebilecek bir tarihte aldığımız “Latin Alfabesi”ne inatla “Türk Alfabesi” demelerindeki garipliği anlamakta zorlandığımı itiraf edeyim) bu zorluğu ortadan kaldıracaktı.
Kaldırdı, gördük…
75 milyonluk Türkiye’de satılan gazetelerle dergilerin ve kitapların toplamı ortada…
Öteden beri “Latin Alfabesi” kullanan bir Fransıza yılda 25 kitap düşerken, 25 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına bir kitap düşüyor.
Buna göre biz hâlâ okuma-yazma öğrenememiş bir milletiz. Acaba bu sessiz direnişin özünde alfabe değişikliğinin rolü ne kadardır?
Harf İnkilâbı’nı yarın İsmet Paşa’nın anılarından okuyalım.