25.02.2009

“Türk”ün Kürtçe konuşmasının hatırlattıkları...

Evet, Demokratik Türkiye Partisi (DTP) Genel Başkanı Ahmet Türk, partisinin meclis grup toplantısındaki konuşmasının bir kısmını Kürtçe yaptı. Konuşmanın bir kısmını tv’de gördük, dinledik.
Bu tavır, ideolojik bir gâyeyle yapılan siyâsî bir çıkış olduğu için, cevabı önce siyâsîlere düşer. Biz, meseleyi başka bir cihetten, “Tencere dibin kara, seninki benden kara” mânâsında ele alacağız.
Bakıyorum da, siyâsî bir şahsiyet olsun olmasın, bu Kürtçe konuşmayı tenkit edenlerin çoğu, Ahmet Türk’ün “Dinime dahleden bâri müselmân olsa” diyeceği kimseler. Yani kendileri zaten Türkçe kâtilleri…
Meselâ, lâf ebesi olmayan sahte söz ebelerinin “Örnek” kelimesine doğurttukları, nesebi gayr-i sahih “Örneğin” kelimesi var. Ahmet Türk’ü, “Mecliste Kürtçe konuştu” diye tenkit edenlerin hangisi “Örneğin”i kullanmıyor? Ama kullanmamalılar. Var mı kullanmayan? Bilelim de tebrik edelim kendisini…
60’lı senelerde Kırıkkale Lisesi’nin orta kısmında bir resim öğretmenimiz vardı. Aşırı solcuydu. Ondan iyi not almak için, yaptığınız resim iyi olsun kötü olsun komünizm rengi olan kırmızıya boyamanız yeterliydi. Bir gün ders arasında “Örneğin” demişti de hepimiz gülmüştük. O da, “Gülmeyin çocuklar! Bu kelime öztürkçe. Türkçe dersinde siz de örneğin derseniz Türkçe öğretmeniniz memnun olur” diyerek ideolojisi uğruna bizi kandırmaya çalışmıştı. Şimdi nerdeyse “örneğin”i kullanmayan kalmadı. Niçin meselâ değil de örneğin diyorlar? Bu kelimenin aslının Ermenice olması hiç ilgiledirmiyor mu kimseyi?
Türkçe olmayan bir kelime de ahlâk mânâsına kullanılan Etik… Ahmet Hakan ile Zahit Akman, Kanal 7’deyken “Basında Etik” başlıklı beyne’l-milel bir toplantı tertip etmişlerdi. “Basında ahlâk” deseler kolları kopardı sanki. Kanal 7 o zaman “Etik etik…” deyip duruyor. Araştırdım, baktım ki meğer bu da bir piç kelime. Yok yok, piç değil, babası Fransızca… Ahmet Türk’e kızıp “Etik”i kullananlara takdim olunur..
Eski İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli’nin yolsuzlukları ortaya çıktığında, Kalemli TBMM’de “Yaptığım etik değil” demişti de kimse, “Mecliste niçin Türkçe konuşmuyorsun!” dememişti…
Dememek şöyle dursun, yazarı-çizeri, milletvekili-bakanı hepsi artık “Ahlâk” yerine “Etik” diyor. Ahlâkın ne kötülüğünü gördüler acaba! Ahlâk derlerse anlaşılmayacaklar mı? Onun için mi “Ahlâk” yerine de “Ahlâkî” yerine de “Etik” kullanıyorlar? “Ahlâkî değil” demiyor “Etik değil” diyorlar. Etîkî değil desinler de biraz gülelim bari. Ama olsuuun! Nasıl olsa Türkçe değil ya! Türkçe olmayana can kurban ha!

“Ne ahlâksız adam” yerine henüz “Ne etiksiz adam” denilmiyor. Eh, yazarlarımız sayesinde o da olur.
Bir de “Yanıt” kelimesi var. Milleti lâl etmek için bunu israrla kullanıp en azından gençleri cevapsız bırakanlar, zaferleriyle övünebilirler. Dede torunun yanıtını, torun dedenin cevabını anlamıyor, sevinebilirler.
Kanal 7 spikeri 19 Şubat akşam haberlerinde, Encümen-i Dâniş’ten bahsederken, “Dâniş” yerine “Daniş” diyor. Kaniş köpeğinden bahseder gibi oluyor, ayıp oluyor…
Beyler! Nemâ’ya nema, târih’e tarih, kâmil’e kamil, kâtil’e katil, câhil’e cahil, nâim’e naim, âlim’e alim sâdık’a sadık, fâil’e fail, gâye’ye gaye, nûriye’ye nuriye, hûriye’ye huriye denilmez…
Dil meselesini basit görmeyelim lütfen değerli okuyucular. Çünkü insanlar kelimelerle düşünürler.
Ayıptır! Çocuklarımız lügata bakmadan Reşat Nuri Gündekin’i, Faruk Nafiz Çamlıbel’i anlayamıyor.
Böyle bir vasatta bazıları kalkmış Ahmet Türk’ün Kürtçü konuşmasını tenkit ediyor. Önce kendimize bakalım beyler kendimize! Türkçe konuşulmasını istiyorsak önce bunu kendimiz yapmalıyız kendimiz…



Savrulan kelimelerden geriye loşluklar ve boşluklar kaldı

Toplumunun önünü aydınlatabilen insana eskilerimiz “münevver” derlerdi…
Bu kelimenin kökü “nur”a dayanır, “ibadet ve taatla nurlanmış, nurlandırılmış, ışıklı, uyanık, intibaha gelmiş, imanî ve İslâmî tahsil-terbiye görmüş, akıllı âlim” anlamına gelirdi.
Nice kelime ve kavramla birlikte bu kavramı da “kökü dışarıda” sayarak savurduk…
Meğer kelime deyip geçmemek lâzımmış...
Kelime bir milletin karakteri, ufku, en kıymetli hazinesi, âdeta şuur ve hafızasıymış...
Yerleşik her kelimenin kıymeti “kâmus namustur” (Cemil Meriç) sözüyle özetlenecek kadar kutsalmış meğer.
Düşünün ki, bugün sizin kullandığınız (ya da kökü Arapça-Farsça olduğu gerekçesiyle kullanmadığınız) herhangi bir kelimeyi, tarihin içinde Fatih Sultan Mehmed de kullanmış olabilir, Mimar Sinan da, Osman Gazi de…
Kelime, tarihi bağların düğümüdür, geçmişi geleceğe düğümler.
Tabii eğer “hakikat” yerine “gerçek”i, “imkân” yerine “olanak”ı, “mümkün” yerine “olanaklı”yı, “ihtimal-muhtemel” yerine “olasılık”ı kullanmıyorsanız…
Çünkü kelime haznemizin tarihi köklerinde “olanak”lar, “olasılık”lar yoktur; “imkân”lar, “mümkün”ler vardır…
Belki de bu yüzden Osmanlı Devleti bir “imkânlar devleti” olabilmiş, tarihi boyunca imkânsızlığa meydan okuyabilmiştir.
Herkesin “imkânsız” saydığı bir dönemde, başka türlü, Bizans’ı nasıl fethedebilirdi?
Görüyor musunuz, “kelime” deyip geçtiğimiz şeylerin kudretini?
Kalabalıkları millet yapan şey ortak değerlerdir. İşte bu anlamda, rahmetli Cemil Meriç, “kâmus (yani lügat… yâni sözlük) namustur” derdi.
Çünkü kâmus (kelimeler), insanın duygu ve düşüncelerini yansıtan malzemelerdir. Kelime haznesi dar olan insan yalnızca ilim ve kültür üretmekte, edebiyat yapmakta değil, kendini ifade etmekte dahi zorlanır.
Hele de “münevver” gibi bazı kelimeler var ki, salt kelime değil, başlı başına tariftir.
Her anlamda olgun bir kimliğe işaret etmektedir.
Kelime zaman içinde belli ki kavrama dönüşmüş, daha kuşatıcı ve kavrayıcı bir hale gelmiştir.
Onu dışladığınızda bir kelimeyi değil, bir manzumeyi, bir sistemi dışlamış oluyorsunuz…
Aynı zamanda yüzyıllarla oluşmuş bir yapıyı yıkıyorsunuz.
“Altı üstü birkaç kelime” zannedip savurduğumuz, yerine başka “sözcük”ler uydurarak boşluğu doldurduğumuzu zannettiğimiz şey, meğer hafızamızda doldurulamaz boşluklar bıraktı…
Çünkü savurduğumuz “Altı üstü birkaç kelime” değil, yüzyıllarla oluşan birikimimiz, yüzyıllarla gelişen hafızamız ve yüzyıllar içinde olgunlaşan şuurumuzdu.
Bunlar olmadan kalıcı şeyler yapılamıyor.
“Münevver” kelimesinin ihtiva ettiği mânâ ile birlikte münevverinizi, yani “ibadet ve taatla nurlanmış, nurlu, uyanık, intibaha gelmiş, imanî ve İslâmî tahsil-terbiye görmüş, akıllı âlim”inizi de yitiriyorsunuz.
“Münevver” kelimesinin yerine uydurduğunuz “aydın” kelimesi ise ne o mânâyı kapsıyor, ne öyle bir işlev üstleniyor, ne de o tadı veriyor.
Sonuçta, “âlim” unvanını üzerinde yama gibi taşıyan ideolojik saplantısı bol, insanları inanç ve ideolojilerine göre ayrıştırmaya meraklı, milletin kılık kıyafetine takmış, milletle her konuda kavga eden dar kafalı “bilim adamları”na kalıyorsunuz.
Bunlar genelde her türlü yeniliğe, özellikle de demokratik hak ve özgürlüklerin herkese eşit dağıtılmasına, millî iradenin yönetime hâkim olmasına karşı çıktıkları için, ülkeniz bir adım ileri gidemiyor.
Patinaj yapıyorsunuz.
“Sadece bir kelime” saydığımız “münevver”i yitirmek, işte böylesine vahim sonuçlar doğurdu.
Hepsi bir kelime olsaydı, neyse; çaresine bakardık. Biz kâmusumuzla birlikte “ilim namusu”muzu da kaybettik!
Meydan şaklabanlara kaldı: Her yerde şaklabanlar kol geziyor!

“Münevver” kelimesiyle birlikte münevverimizi de yitirdik maalesef.
Yerine geçirmeye çalıştığımız “aydın” kelimesi kendini dahi aydınlatamıyor.
“Aydın”ın “münevver” mirasını taşımaya ne niyeti, ne de kapasitesi var. Böylece kendi kendimizi “aydınlanma”dan mahrum hale getirdik.
O gün bugündür alaca karanlık kuşağında el yordamıyla düşe-kalka yürümeye, yönümüzü ve yolumuzu bulmaya çalışıyoruz.
“Münevver”imizi bulduğumuzda, yolumuzu ve yönümüzü de bulacağız inşallah!

Yavuz Bahadiroglu