29.09.2007

Kim daha iyi Türk gelin kafatasınızı ölçelim

Soner YALÇIN

sonery@hurriyet.com.tr





Kim daha iyi Türk, gelin kafatasınızı ölçelim





Şarkıcı
İsmail Türüt, sürekli medyaya çıkıp Türk milliyetçisi olduğunu
söylüyor. Türüt’ün yolundan yürüdüğü ırkçı ağabeyleri, öyle sözlere
filan inanmazlardı. Ellerine cetvel, pergel alıp kafatası ölçümü
yaparlardı.



Kimin kafatası dolikosefalik ya da brakisefalik, ona göre Türk olduğuna
karar veriyorlardı. "Kim Türk tartışması" zamanında ünlü edebiyatçıları
nasıl böldü? Namık Kemal’den Mehmet Akif Ersoy’a kadar neden birçok
edebiyatçının Türk olmadığı iddia edildi? İşte tüm bu tuhaf soruların
yanıtı.

SAYIN İsmail Türüt,Mektubumu size biraz gecikmeli yazıyorum. İstedim ki biraz sakinleşiniz, aklıselim olunuz.

Çünkü sizi kızdıracağım!

Sayın Türüt,

Türk milliyetçisi olduğunuzu söylüyorsunuz; peki siz Türk müsünüz?

Dedim ya sizi sinirlendireceğim...

Yok, hayır kabalaşmayacağım, sadece anlayacağınız dilden konuşmaya çalışacağım. Ben sizi kaybetmek değil, kazanmak istiyorum.

Bu nedenle, meselelere daha geniş açıdan bakmanız için, mektubuma yakın tarihimizden bir "Türkçü" hikáye anlatarak başlamak istiyorum.

’NİHAL ATSIZ DÖNMEDİR’

Bundan yıllar yıllar evvel Türkiye’de iki Türk milliyetçisi yoldaş vardı. Durun hemen heyecanlanmayın, "komünist" sanmayın onları; bundan 70 yıl önce Türkçüler birbirine "yoldaş" diyordu.

"Yoldaş" sözcüğünü en çok kullanan da şarkıcı Tarkan’ın büyük amcası ünlü milliyetçilerimizden Fethi Tevetoğlu’ydu. Neyse konuyu karıştırmayalım.

Dönelim bu iki milliyetçi yoldaşa; bunlardan birinin ismi Nihal Atsız, diğerinin adı ise Reha Oğuz Türkkan’dı.

Aralarında zamanla ayrılıklar çıktı. Birinin görüşleri Gustave Le Bon’a, diğerinin ise Arthur de Gobineau’nun ırkçı teorilerine dayanıyordu. Bu teorilerin ne olduğuna girip kafanı karıştırmayayım.

Bu
bizim iki milliyetçi yoldaş, ellerine cetvel, gönye alıp fotoğrafları
ölçerek kimin Türk olup olmadığına karar veriyorlardı. Hatta öyle ki,
bunu devletin de yaptığına inanıyorlardı; Türk çıkmadığı için, İsmet İnönü’nün bu raporları "utanıp" yok ettiğini bile söylüyorlardı! Yani atıp tutuyorlardı.

Uzatmayayım,
sonuçta bizim bu iki yoldaş, o kadar milliyetçi, o kadar Türkçüydüler
ki, zamanla aralarında liderlik mücadelesi çıkınca, birbirlerinin
ırksal açıdan, safkan olup olmadıklarından şüphe eder hale geldiler.

Yaşı daha genç olan Türkkan, Atsız’ın kafatasının, Türk ırkına benzemediğini söyledi.

Nihal Atsız yanıt vermekte gecikmedi: "Türkkan’ın ataları Ermeni’dir. O Türkkan değil Ermenikan’dır."

Aman sakın siz de kaset satmayınca, şarkıyı birlikte yazdığınız Arif Şirin ile birbirinize düşüp soy-sop araştırmasına filan girmeyiniz. Neyse...

Atsız ile Oğuz’un tartışması, 1943 yazında başladı ve kırgınlık yıllarca sürdü.

Irkçı söylemler o yıllarda herkesi o kadar etkiledi ki, bu iki yoldaşı da yargılayan Sıkıyönetim Mahkemesi, raporunda Nihal Atsız’ın atalarının Gümüşhane Midi Köyü’nden olduklarını ve "dönme" olarak bilindiklerini yazdı!

Gördünüz mü, bu "ırkçılık virüsü" buluşmaya görsün, nasıl her tarafa sirayet ediyor.

Sayın Türüt,

Konuyu şimdi size getireceğim.

Hani size sordum ya "Türk müsünüz?" diye. Gelin bir ölçüm yapalım!

Sizin kafatasınız dolikosefalik mi yoksa brakisefalik mi? Çünkü ona göre Türk olduğunuza karar vereceğiz.

Burnunuzun
ucundan kafanızın arkasına kadar olan bölüm 155 mm, bir kulaktan öteki
kulağa (kafanın üstünden) 182 mm geliyorsa saf Türk olduğunuzu
anlayacağız!

Bir de bunun pergelli olanı var!

Boş verin...

Zaten
sadece kafatası bulguları yeterli olmuyor, kanına, saç rengine, gözüne,
burnuna ve -belki de sizin için en önemlisi- boyun uzunluğuna bakılıyor.

Bak boy dedim de aklıma geldi. Hititlerin, Türkiye Türklerinin ataları olarak gösterilmesine Türkçüler karşı çıktı. "Kısa boylu, kısa boyunlu biçimsiz Hititler nasıl bizim atamız olurmuş" dediler.

Bakınız, ayrıca bizim ırkçılar öyle "ben Türküm" diyeni de hemen kabul etmiyorlardı. Nihal Atsız’a göre, Türk milletinin esası dil değil, ırk ve kandı.

Siz bir şarkıyla "Türk milliyetçisi" olacağınızı mı sanıyorsunuz; büyük şair Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı’nı, Çanakkale destanını yazmış da, kendini kabul ettirememiş bu çevrelere, siz ne diyorsunuz?

’MEHMET AKİF TÜRK DEĞİLDİR’

Sayın Türüt,

Bunlar, İstiklal Marşı’mızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’u bile canından bezdirdi.

Nihal Atsız ve Reha Oğuz Türkkan’ın bir dava arkadaşları vardı: İsmet Rasin Tümtürk. 1939’da Türkçü Yücel Dergisi’nde ne yazdı biliyor musunuz?

"Mehmet
Akif, Türk değildir. Bir kimse hüviyet cüzdanında Türk yazıyor diye
Türk olamaz; onun Türk olabilmesi için iki şartın aynı zamanda onda
bulunması gerekir. Birincisi, o adamın damarlarındaki kanın Türk olması
gerekir. İkincisi, o adamın kafasının içindeki bütün duyguların en
gizli, en ince taraflarına kadar Türk olmasıdır. Akif, Türklükten
tamamen uzaktır. Akif, Çanakkale şehitlerine yazdığı mersiyede bile,
anayurdu koruyan Türkler değil hilafeti koruyan Müslümanlar diye
bakmıştır."

Evet; Mehmet Akif Arnavut’tu.

Peki, İsmet Rasin Tümtürk kimdi? Cenap Şahabettin’in oğluydu. Cenap Şahabettin kimdi; bir iddiaya göre Arnavut, diğer iddiaya göre ise Kürt.

Annesi ise Kürt Bedirhan Abdürrezzak torunu Naciye Hanım’dır.

Abdürrezzak Bedirhan’ın Osmanlı’dan kaçıp bugün Ermenistan’ın başşehri Erivan’a sığınması; Polonyalı Henriette’yle evlenmesini filan yazıp konuyu uzatmayayım.

Reha Oğuz Türkkan, can yoldaşı İsmet Rasin Tümtürk’ü desteklemek için hemen bir makale kaleme aldı: "İsmet,
Plevne şehitlerinden birinin torunudur. Bundan başka, İsmet’in yüzüne
bakmak da ırkı hakkında bir hüküm vermek için káfidir. Çünkü İsmet’in
yüzü, Türk yüzüdür."


Arkadaş olunca kafatası ölçümü filan yok!

İşin garip yanı İsmet Rasin Tümtürk’ün kız kardeşi Reşika’nın kayınpederi Sülayman Nazif’in de Kürt olduğu gerekçesiyle milliyetçilerin hışmına uğramış olmasıydı.

Sülayman Nazif’in Kürt olduğunu iddia eden kimdi dersiniz; kendisi de Kürt olan Abdullah Cevdet.

Peki ırkçıların kitaplarından feyzaldıkları Gustave Le Bon’un kitaplarını Türkçe’ye kim çevirmişti; Abdullah Cevdet!

’ZİYA GÖKALP YAHUDİ’DİR’

Sayın Türüt,

Umarım kafanız karışmamıştır. Ama meselelere o dar çerçeveli pencereden bakmaya devam ederseniz, daha da karışacaktır.

Biliyor musunuz, "Turan" sözcüğünü ilk kullanan, büyük Türk milliyetçisi Ziya Gökalp, kimine göre Kürt, kimine göre ise Yahudi dönmesiydi!

Oysa Ziya Gökalp, hep Türk olduğunu söyledi.

Fark eder mi "Türkçülüğün Esasları"nı kaleme alan Gökalp’in ne olduğu? Ya da Türk milliyetçiliğine derinden bağlı Moiz Kohen’in (nam-ı diğer Munis Tekinalp’in) Yahudi olup olmaması, Türk yurtseveri olmasına engel midir?

Sizler televizyon ekranlarındaki konuşmalarınızla güzelim Türkçe’yi yok ederken, Moiz Kohen yıllarca o dilin yaşaması için ter akıttı; Türk Dil Kurumu’nda çalıştı.

"AB, Türk düşmanı Ermeni yetiştiriyor" diyen MHP’li Levon Panos Dabağyan’ı "ölçüp biçip hangi kalıba" sokacağız?

Biliyor musunuz, "Vatan Yahut Silistre"yi yazmış Namık Kemal’in vatanseverliğine bile dil uzatıldı bu ülkede. Namık Kemal’in
birlik temeli olarak İslam’ı, siyasal yapı olarak Osmanlı monarşisini
savunması yıllar sonra onun Türk milliyetçisi olamayacağına yorumlandı.

Tevfik Fikret de bu güruhun boy hedefi oldu. Ahmet Haşim küçük görüldü, Arap olduğu için! Ömer Seyfettin... Hamdullah Suphi Tanrıöver...

Listeyi uzatmak istemiyorum, insanın canı yanıyor. Bakınız Ziya Gökalp ne diyor:

"Yalnız
iyi günlerimizde değil, kötü günlerimizde de bizden ayrılmayanları
nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz? Milletimize karşı büyük
fedakárlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler vermiş olan bu fedakár
insanlara, nasıl ’Siz Türk değilsiniz’ diyebiliriz?"

YAZIKTIR, GÜNAHTIR

Sayın Türüt,


Bakmayın size "Türk müsünüz" diye sorduğuma, şaka yaptım, siz kendinizi ne hissediyorsanız benim için osunuzdur.

İnsanların kanı, boyu, saçı, gözü ve burnunda "bir şeyler" aramak ilkelliktir.

Eğer insan olanda "bir şey" aranacaksa omurga aranmalıdır, omurga!

Dün şeriatçıya, bugün ırkçı tetikçilere, peki yarın kime övgü düzeceksiniz?

Ama bakınız.

Ülkemizi
sevmeniz, sorunlarına karşı duyarlı olmanız, politikayla ilgilenmeniz
güzel şeyler. Bunları yapınız, bilmediğimiz bir plan varsa bize de
anlatınız. Ama tutup insan öldürmeyi yüceltmeyiniz. Yazıktır. Günahtır.

Kilisesinde
Tanrı’ya yakaran rahibi, elinde sadece kalemi olan gazeteciyi,
insanları inançlı olmaya çağıran misyonerleri öldürmek yiğitliğe
sığmaz.

Bize yakışmaz.

Hani şarkınızda "plan kuruyorlar plan" diyorsunuz ya; eğer o planları bozmak istiyorsanız; kardeşlik türküleri söyleyiniz Sayın İsmail Türüt, kardeşlik türküleri...

Bizim ihtiyacımız olan, o türküler.

Yok, eğer planın bir parçası değilseniz!

Çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Soner YALÇIN

İsmail Türüt için anlama kılavuzu

MİLLİYETÇİLİK:
1789 Fransız İhtilali ile dünyaya yayılmıştır. Türkiye’de her siyasal
çevrenin kendi milliyetçilik tanımı olsa da, terminolojik anlamı
aslında nettir: "Kendi ulusal pazarını/piyasanı korumak." Bu aşırılığa
götürülüp kendi ulusunu bütün başka ırklara üstün görüp onları
egemenliği altına almayı istemeye kadar vardırılırsa faşizm olgusu
ortaya çıkar.

TÜRK DERNEĞİ: Dünyada ilk Türk Derneği,
Macaristan-Budapeşte’de 1908 yılında açıldı. Onursal başkanı Yahudi
Armin Hermann Vambery’dir. Üniversitelerde ilk Türkoloji kürsüsünü de
1870 yılında Budapeşte’de Vambery kurmuştur. Vambery aynı zamanda 1910
yılında kurulan Turan Cemiyeti’nin de onursal başkanıdır.

OSMANLI’DA TÜRKÇÜLÜK:
Bu siyasal teorinin Osmanlı topraklarında doğmasına yol açanlar, 1848
devrimlerinden sonra ülkelerinden kaçıp İstanbul’a gelen Macar ve
Polonyalı sürgünler ile Rusya’dan gelen Türk kökenli aydınlardır.

TÜRKÇÜ KİTAP:
Názım Hikmet’in dedesi Mustafa Celaleddin Paşa (Kont Constantin
Borzecki), 1869 yılında, Türklerin ve Avrupalıların "Türo-Arienne"
adını taşıyan aynı ırktan geldiğini yazan ilk kişiydi. (Les Turcs
Anciens et Modernes -Eski ve Yeni Türkler-) İkinci kitabı, Sultan
Abdülaziz’i devirenlerden Harp Okulu Komutanı Süleyman Paşa yazdı.
Türklerin İslamiyet öncesi çağlarını inceleyen kitabın adı "Tarih-i
Alem" idi. Her iki kitap da, Türkleri, Moğollar, Hunlar, Tatarlar ve
Bulgarların atası olarak gösteren Fransız Joseph de Guignes’in 1758’de
kaleme aldığı kitaptan alıntılarla doluydu. Kemalist "Güneş Dil
Teorileri"nin dayanakları bu kitaplardır.

OSMANLI, TÜRK MÜYDÜ?:
Osmanlı’nın en büyük tebaası Türk’tü. Osmanlı Sarayı kendisine "Türk"
denilmesini istemiyor; bunu "aşağılama" sayıyordu. Bu durum 19.
yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı’da Türkçülük akımının doğmasıyla son
buldu.

ŞİİR: İlk milli şiiri Mehmet Emin Yurdakul,
1897’de yazdı. Fakat en bilineni Ziya Gökalp’in bu şiiri oldu: "Vatan
ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan Vatan büyük ve müebbet bir
ülkedir: Turan"

TÜRKÇÜLERİN İLK AYRILIĞI: Türkçü
hareket içinde yer alan Rusya göçmeni Türkçüler ile Osmanlı Türkçüleri
arasında bazı farklılıklar vardı. Rus göçmeni Türkçülerin ana gayesi,
Rusya’daki Türklerin bağımsızlıklarını sağlamaktı. Osmanlı
Türkçülerinin amacı ise Osmanlı Devleti’ni batmaktan kurtarmaktı. Bir
diğer fark ise İslam dinine yaklaşımdır.

ZENCİLERE BAKIŞ:
1941 yılında, 19 Mayıs Bayramı’na katılmak için gelenler hakkında Reha
Oğuz Türkkan, Bozkurt Dergisi’nde bakın ne yazıyordu: "İkinci feci
nokta, saflar arasında birer kara leke teşkil eden zenci Habeş ve Afgan
talebeleriydi. Güneş altında parlayan bu karalar, kutlu güne hiç
yakışmayan bir zihniyeti ifade ediyordu."

İSLAM:
Türkçülerin hemen tamamı İslamiyet’i benimsemiştir. Ancak Nihal Atsız
gibi bir iki isim ihtiyatlı yaklaşmışlardır. Atsız, "Çanakkale’ye
Yürüyüş"te, Hz. Muhammed’den "Arap Muhammed" diye bahsetmektedir.

KOMÜNİZM:
Turancı Türkçü düşünüşe damgasını vuran özelliklerden biri de keskin
bir komünizm karşıtlığıdır. İkinci bir karşıtlık ise Yahudi
düşmanlığıdır.

TURANCILIK DAVASI: Irkçı Turancı oldukları
nedeniyle İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından 57 kişi gözaltına
alındı. 23’ü, 18 Mayıs 1944’te başlayıp 31 Mayıs 1947’te biten
sıkıyönetim mahkemesince yargılandı. Yargılananlarından bazıları
şunlardı: Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Fethi Tevetoğlu, Zeki Velidi
Togan, Said Bilgiç, Hasan Ferit Cansever, Reha Oğuz Türkkan, İsmet
Rasin Tümtürk, Hikmet Tanyu, Orhan Şaik Gökyay, Muzaffer Eriş vd...

Şarkıcı,
medyaya çıkıp her konuşmasında milliyetçi olduğuna vurgu yapıyor. Peki
Türüt, Türk mü? Bunu anlamak için bir ölçüm yapacak: Burnunun ucundan
kafasının arkasına kadar olan bölüm 155 mm, bir kulağından öteki
kulağına (kafanın üstünden) 182 mm geliyorsa saf Türk olduğunu
anlayacağız! Bir de bunun pergelli olanı var! Şaka bir yana, saldırgan
ve provokatif ırkçılık, umut edelim tekrar doğmaz!

Nihal Atsız
masasının üzerinde duran ve Hitler’in özel armağanı olarak bilinen bir
aletle isteyenlerin kafatasını ölçer, kargacık burgacık bir yazıyla
karışık hesaplar yaptıktan sonra yüzde kaç Türk olduklarını söylerdi.
Bu aletin ne olduğu sonradan ortaya çıktı: Dr. Rıza Nur’dan kalan bu
alet, meğer doktorların hamile kadınların rahat doğum yapıp
yapamayacaklarını anlamak için leğen kemiklerinin bulunduğu bölgeyi
ölçtükleri "havsala ölçme aleti"nden başka bir şey değildi.


Powered by ScribeFire.

Benimki dinî simge... Seninki gâvurluk simgesi mi








vakit/30.09.2007























Benimki dinî simge... Seninki gâvurluk simgesi mi?

HASAN KARAKAYA


Bu
“okul” değil ama, bu “kafa” çok tartışılır... Bu okul tartışılmaz;
çünkü bu okul, “provokasyon” kokan bir haberin mağduru!.. Bu okul
tartışılmaz; çünkü bu okulla ilgili haberin hedefinde, “keçisi çalınan
imam” olayını “imam keçi çaldı” şeklinde sunmak var!..

Olayı biliyorsunuz...









Önceki günkü Sabah gazetesinin “manşet”inden, bazı gazetelerin ise iç
sayfalarından verilen haberde; Diyarbakır’da yeni açılan “özel bir
ilköğretim okulu”nda “türbanlı kız öğrencilerin de derse girdiği” iddia
ediliyordu.
PROVOKASYON AMAÇLI HABER DÜZMECE!
215
öğrencisi olan sözkonusu “Özel Avrupa Birliği İlköğretim Okulu”nun
müdürü Mustafa Çakır ise, “Haber tamamen provokatif amaçlı” diyor ve
“olayın aslı”nı şöyle anlatıyordu:
¥ “Gazeteciler bizi aradı.
Dediler ki ‘Bir haber yapmak istiyoruz’. Geldiler, okulu gezdiler. Okul
dışında örtü takan bir öğrencinin oturduğu sırada örtüyü görmüşler ve
‘tak öyle çekelim’ demişler.
Bütün sınıflarımızı ve laboratuvarı
çektiler. Fakat sadece başına örtü taktırdıkları fotoğrafı
yayınlamışlar ve haberi onun üzerine kurmuşlar. Haberde belirtildiği
gibi benim ‘Kılık kıyafet serbesttir’ şeklinde bir ifadem kesinlikle
olmadı. Ben sayın Kadir Has’tan da bahsetmedim, Diyarbakır eski Valisi
Efkan Ala’dan da bahsetmedim. Kendileri eklemişler.”
¥ “Bir insan
yalan atıyorsa, onun için çırpınacak halim yok. Okulumuzda asla kılık
kıyafet serbestliği diye bir şey yok. Öğretmenlerimiz gayet güzel
giyiniyorlar. Küpeli ya da uzun saça kesinlikle müsaade etmiyoruz.
Burada görev yapan bir öğretmenin kulağı delikse ben her şeye razıyım.
Burada kılık kıyafet serbest diye bir ifadem olmadı. Haber tamamıyla
düzmece ve yalan. Bizi başarımızla, eğitimimizle değil yalan yanlış
şeylerle gündeme getirdiler. Yeni bir eğitim kurumu açtık,
ödüllendirmeyi beklerken maalesef bu şekilde yaptılar.”
Evet, müdür
bey bunları söylüyordu... Gelin görün ki, Valilik okul hakkında
soruşturma başlatıyor, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ise; “Herkes
yasalara uymak zorunda” deyip, okul yönetimi hakkında “gerekenin
yapılacağını” ifade ediyordu!.
Anlaşılan o ki;
Bu olay tırmandırılacak ve “düzmece bir haber” üzerinden “bir bardak suda fırtına koparma” kampanyası sürdürülecek!..
Zira Sabah, herkesi “kendi minderine” çekti!.. Bundan sonraki mücadele, o zeminde yürütülecek!..
MAHALLE BASKISI, “BAŞÖRTÜLÜ”YE!
Yalnız, bu “olay”da, daha doğrusu “fotoğraf”ta benim dikkatimi çeken bir taraf var!..
Tamam, “düzmece” ve “provokasyon” da olsa, ortada “başörtülü bir kız öğrenci”nin fotoğrafı var!..
Sabah
da, işte bu fotoğraf üzerine, “türbanlı kız öğrencilerin de derse
girdiği ortaya çıktı” diyor ve hedefe “türbanlı öğrenci”yi oturtuyor!..
İyi, hoş da;
O
türbanlı öğrencinin hemen yanıbaşında, bir de “kısa kollu tişört” giyen
bir öğrenci var!.. Ama, Sabah’ın haberinde bundan hiç bahis yok!..
Yani, hiç şöyle denilmiyor:
“Diyarbakır’da yeni açılan özel bir ilköğretim okulunda kısa kollu tişört giyen kız öğrencilerin de derse girdiği ortaya çıktı!”
Evet, bunu demiyorlar!..
Oysa, “Kılık-Kıyafet Yönetmeliği”ne göre; eğer “türbanla” derse girmek yasak ise, “kısa kollu tişört”le girmek de yasak!..
Ama,
Sabah yönetimi, her ne hikmettir bilinmez “türbanlı öğrenci”yi hedef
alırken, onun hemen yanındaki “kısa kollu tişört” giyen öğrenciyi
görmezden geliyor!..
Sizi bilmem ama bana göre; haberi bu şekilde sunmak, resmen ve alenen “mahalle baskısı”nın feriştahıdır!..
Evet, bu, belgeli bir “mahalle baskısı”dır!..
Daha doğrusu;
Bu ülkede “mahalle baskısı”nın “kimler” tarafından “kimlere” yapıldığının en çarpıcı belgesidir!..
Bu haberle ortaya çıkmıştır ki;
Bu
ülkede, “başörtülü” öğrencilere “mahalle baskısı” yapmak serbesttir!..
Onlar “yargısız infaz”lara da maruz kalabilirler, “linç”lere de
uğrayabilirler!.. Hiçbir şey yapılamasa bile, “hedef”
gösterilebilirler!..
Ama, aynı yaştaki ve aynı okuldaki öğrenci, eğer “kısa kollu tişört” giyiyorsa; boşver, onu görme!..
O niye?..
Çünkü, “O, bizden!”
İşte böyle bir “çifte standart” var Türkiye’de, böyle bir “ikiyüzlülük” var!..
Öyle bir “OrosBush’luk” ki;
“Başörtülü”
öğrencilere yapılan yargısız infaz ve zulümler “mahalle baskısı”
olmuyor ama “senaryo” ve “kurgu”ya dayalı “vehim”lerle “yaşam biçimine
müdahale” höykürmeleriyle “mahalle baskısı” üretiliyor!.. Hayır
üretilmiyor, “türetiliyor!..”
Dikkatinizi çekerim...
Sabah’ın
haberinde, eğer “türbanlı öğrenci” değil de, “kısa kollu tişört” giyen
öğrenci hedef alınmış ve meselâ “Bu, nasıl öğrenci?” gibi eleştirel bir
ifade kullanılmış olsaydı, kalıbımı basarım ki; anında kızılca kıyamet
kopar ve hemen camış boku büyüklüğünde hurufatla “İşte mahalle baskısı”
başlıkları atılırdı!..
Ama, görüyorsunuz ya;
Hedef tahtasına oturtulan öğrenci “başörtülü” olunca, bunun adı “mahalle baskısı” olmuyor!!!..
Tükürürüm böyle mantığın içine!..
“AZINLIK”LARA ÖZGÜRLÜKLER!
Bu
nasıl kafa ve bu nasıl mantıktır ki; Diyarbakır’daki Özel Avrupa
Birliği İlköğretim Okulu’na giden ve “okul dışında örtünen” bir
öğrenciye “kıyafet kriterleri” hatırlatılıyor, okul hakkında
“soruşturma” açılıyor, Bakan Bey “Herkes kurallara uymalı” diye
açıklama yapıyor ama Diyarbakır’a gücü yeten Tevhid-i Tedrisat Kanunu
hazretlerinin İstanbul’daki “Ulus Özel Musevî Okulları” başta olmak
üzere “azınlık okulları” ve “Galatasaray Lisesi”ne bir türlü gücü
yetmiyor!..
Dünkü Vakit’te okumuş olmalısınız!..
Diyarbakır’daki
bir okulda, başına başörtüsü taktırılıp fotoğrafı çekilen bir kız
çocuğunu bahane ederek bir bardak suda fırtına koparmak isteyenler,
Galatasaray Lisesi benzeri okulları görmezden geliyor.
Galatasaray
Lisesi, Ulus Özel Musevî Okulları, Rum ve Ermeni Okulları gibi bazı ilk
ve ortaöğretim kurumlarında Kılık Kıyafet Kanunu asla dikkate alınmıyor
ama kartel gazeteleri bu ayrımcılığı hiç görmüyor.
Özellikle
Galatasaray Lisesi’nde öğrenciler istedikleri kıyafetle okula
gelebiliyor, derse girebiliyor. Galatasaray Lisesi öğrencileri küpe ve
piercing takabiliyor, kot pantolon, mini etek giyebiliyor. Uzun saçın
da serbest olduğu Galatasaray Lisesi’nde, sadece kapalılık yani
başörtüsü yasak!..
Hayır, Galatasaray Lisesi’nin uygulamasını
kınıyor veya karşı çıkıyor değilim... Tam aksine, okullardaki bu
“kıyafet dayatması”nın bir an önce sona ermesi gerektiğine inanıyorum!..
Haaa,
illâ da “kıyafet disiplini”nden dem vurulacaksa; Diyarbakır’da ayrı,
İstanbul’da ayrı bir “kıyafet kriteri” olamayacağını da herkesin
anlaması gerektiğini haykırıyorum!..
Diyarbakır’a öyle, İstanbul’a böyle!..
“Başörtülü”ye öyle, “kısa kollu”ya böyle!..
Yok öyle yağma!..
Ya, herkese özgürlük,
Ya da, herkese yasak!..
DENEMEYE DEĞER BİR ÖNERİ
Size bir şey söyleyeyim mi;
Bu “baskı”ların, bu “yasak”ların temelinde biraz da mütedeyyin insanlardan kaynaklanan “lâkayıtlık” var, “boşvermişlik” var!..
Ne diyor gazete;
“...türbanlı kız öğrencilerin de derse girdiği ortaya çıktı!”
Haber öyle bir sunuluyor ki;
“Başörtülü” öğrenci sanki bir “cüzzamlı”dır, sanki bir “vebalı”dır!.. “Başörtülü” olmak ise neredeyse idamlık bir “suç”tur!..
Olmaz
ya; sırf bu “baskı”lara misilleme olarak velilerin büyük bir çoğunluğu,
çocuklarını “başörtülü” olarak okula gönderse, bakalım ne yapacak
“yasakçı”lar!?!..
El mecbur, “kabul etmek” zorundalar!..
Öyle ya;
İlköğretim “zorunlu” olduğundan, “okuldan atmak” gibi bir lüksleri olamaz!.. En fazla “uyarı” verirler!..
Dedim
ya, bütün veliler böyle bir “demokratik hak” kullansalar ve çocuklarını
“başörtülü” olarak okula gönderseler, ne “mahalle baskısı” kalır
ortalıkta ne de devlet baskısı!..
Okuldan atamayacaklarına göre elleri mecbur “başörtülü okuma”larına razı olacaklar!..
Ne dersiniz?.. Denemeye değmez mi?..
SENİN KIYAFETİN NEYİN SİMGESİ?
Yasak, o kadar “ahmakça bir mantık” ve o kadar “çürük bir zemin”de yürütülüyor ki, bir Allah’ın kulu da çıkıp, şöyle diyemiyor:
“Başörtüsüne
niye karşı çıkıyorsunuz?.. Dini simge olduğu için değil mi?.. O halde,
lütfen söyleyin; başörtüsü dinî bir simge ise, sizin üzerinizdeki şu
kıyafet bir dinsizlik simgesi midir?.. Atalarımız, Müslüman
olmayanlara, özellikle de dinsiz olanlara gâvur der!.. Başörtüsüne dinî
simge diyen ve örtüye savaş açan sizlerin üzerinizdeki kıyafet bir
gâvurluk simgesi midir?!?.. Öyle ya; dinî simge kavramının mefhum-u
muhalifi dinsizlik simgesidir!”
Soru bu kadar basit ve net!..
Bu soru dobra dobra sorulmadıkça, bu “tartışma”ların ve “kavga”ların sonu asla gelmez!..
Hiç kimse, “aşağılık kompleksi”ne kapılıp da “savunma”ya geçmesin!..
Malûm; “en iyi savunma, taarruz”dur!..
Taarruz edeceksin arkadaş!.. Üstüne basa basa diyeceksin ki;
“Başörtüsü dinî bir simge ise, senin şu görüntün bir gâvurluk simgesi midir?”
Bu
soru sorulmadığı sürece “mütedeyyin” insanlar üzerindeki “mahalle
baskısı” devam eder ve onlar hep “savunma”da kalmaya mecbur olurlar!..
Aynen, “Galatasaray Lisesi’ne özgürlüğün yolları, Diyarbakır’daki AB İlköğretim Okulu’na kurşunlar” gibi!..
Sana, “Başörtüsü dinî simge” diyene, sen de “Sen gâvur musun?” diye sormadıkça, bu “mahalle baskısı”nın sonu gelmez!..
Bilmem, anlatabildim mi?..
-------------
YÖK’ümün Prof’undan asparagas!
Diyarbakır’da,
bir öğrenciyi, derste “başörtülü” olarak gösteren fotoğrafın ‘düzmece”
olduğu biliniyor... Bilinmeyen ise, haberi yapan “İHA muhabiri”nin, bir
“asparagas sabıkalısı” olduğu!.. Yani, İHA muhabiri, “bunu hep
yapıyor”muş!..
Sadece İHA muhabiri mi?.. Bu ülkede “koca koca Prof’lar” da “asparagas” yapıyor ama hiç kimse farkında değil!..
Önceki akşam bir televizyon kanalında “YÖK’ümün Prof’ları”ndan biri konuşuyor:
“Daha
ortada Anayasa Taslağı bile yok ama gümrük kapılarında oy
kullanılıyor?.. Olmayan tasarıya insanlar evet veya hayır diyor!..
Böyle bir garabet olur mu?”
Ekran karşısında “YÖK’ümün Prof’u”nu
dinleyen vatandaş, “Doğru yaa” diyor; “Çok doğru!.. Gümrüklerde oy
kullanan vatandaş neye evet veya hayır diyor ki!?!”
Sadece ekran
başındakiler mi?.. Televizyondaki açık oturuma katılan STK temsilcileri
de, “YÖK’ümün Prof’u”nun “zeka”sını yuttu!..
Hiçbiri demedi ki;
“Sayın Prof. sen ne diyorsun?.. 21 Ekim’de Anayasa oylanmayacak ki!..
21 Ekim’de Cumhurbaşkanı’nı halkın seçip seçmemesi oylanacak!..
Vatandaş, gümrük kapılarında bunun için oy kullanıyor!.. İşkembeden
atıp da, milletin kafasını karıştırma!”
Evet, bunu kimse demedi!.. “YÖK’ümün Prof’u” da; asparagas ve düzmece fikrini, milyonlarca insana “gerçek” diye yutturdu!..




Powered by ScribeFire.

28.09.2007

Yeni 'şeytan' Malezya

Yeni 'şeytan' Malezya


GENÇLİK yıllarımda antikomünist birçok kitap okudum. Falanca ülkelerde "gafiller, aymazlar, umarsızlar" tehlikeyi görmemişler, işte başlarına komünizm gelivermişti!
1967'de TOBB tarafından yayımlanan, Richard Ketchum'un "Komünizm Nedir?" adlı kitabı hâlâ elimde. Doğu Avrupa'da sosyal demokrat ve çiftçi partileriyle, Çin'de Çan Kay Şek'i desteklemeyen "gafiller" bir sabah uyandıklarında görmüşlerdi ki "darbe" olmuş, komünizm gelmişti!
O zamanlar Türkiye'de TİP'in doğuş ve gelişme yıllarıydı! Koskoca İsmet Paşa bile "Ortanın solundayız" diye komünistlere ödün veriyordu!
Komünizm adım adım geliyor, gafiller görmüyordu.
Ülkelerin hiçbir özelliği, olaylara yön veren farklı sosyal ve politik dinamikleri yoktu! Ülkeler bir tiyatro idi, seyircilerin gafleti yüzünden komünistler sahneleri basıyor, "kızıl piyes"i oynamaya başlıyordu!
Türkiye'de de "Bu kış komünizm gelecek!" idi!
O kadar basit! Dıştan ve kaba görünüşle o kadar da inandırıcı!

Korku ihtiyacı!
Korkularımız hiçbir ciddi araştırmaya dayanmıyordu. Değişik yönlere giden otobüsteki bazı yolcuların benzerliğine bakıp aynı yere gidiyorlar sanmak, çok kolaydı.
İşte bakın, solcu İsmet Paşa bile artık Kerensky'ye veya Beneş'e benziyordu!
Eee, ardından komünizm gelecekti tabii!
Şimdi düşünüyorum da sorun sadece "bilgi, araştırma" meselesi değildi; "korku" psikolojik bir ihtiyaçtı! Bir "şeytan" lazımdı! Sağcı ve solcu düşman kardeşler, savaşmakta oldukları "şeytan"ın ne kadar "tehlikeli" olduğunu anlattıkça, ne kadar ulvi bir iş yaptıklarını ispat etmiş oluyorlardı!
Merhum Mehmet Ali Aybar hakkında "Aybarof" diye konuşmalar yaptığımı bugün utanarak hatırlarım.
Sonra çok okudum, Bolşevizmi çok iyi inceledim. Merhum Aybar'ın farkını fark ettim.
Ve MHP'nin yayın organı Hergün gazetesinde Mehmet Ali Aybar'ı öven yazılar yazdım.
Soğuk Savaş'la birlikte o korkular gitti. Sanıyorum, sağın liberalizme kolay açılmasında bunun da rolü oldu, sol ise emperyalizm korkusunu aşamadı. Neyse...

Türlü çeşitli...
1990'larda "şeytan" İran'dı! "İran'da Humeyni'nin iktidar yolunu gafil aydınlar açmış"tı! Hâlâ rastanıyor böyle diyenlere. Hiç İran'a gittiniz mi, hiç İran hakkında araştırma yaptınız mı? Hayır!
Şimdilerde en cazip "şeytan", Malezya'dır! Hele de çarpıtılmış "mahalle baskısı" gözlüğüyle bakıp Türkiye'yi nasıl 'Malezyalılaştıracaklarını' düşünmek müthiş heyecan verici!
Halbuki ben sevgili Ece'nin Malezya röportajını okudukça Türkiye'nin niye Malezya olmayacağını daha net görüyorum!
Türkiye yüz elli yıldır Batı'ya giden bir otobüs. Bu otobüsteki 'mahalleliler' de Batılı hayat standartlarına özeniyor! Bizim 'İslamcılar' özgürlüklere, demokrasiye, Batı ile siyasi ve iktisadi entegrasyona taraftar; hatta bankalarımızı Batılılara satıyorlar!
Malezyalı İslamcılar ise Müslümanların paralarını İslami bankalara yatırmalarını mecbur tutuyormuş!
İki otobüsün yönü aynı mı?
Din, kitapta tektir. Sosyal hayatta türlü çeşitlidir. Hz. Ali de, onu "kâfir" diye şehit eden Hariciler de Müslümandı! Yunus Emre de "Molla Kasım" da Müslümandı.
Günümüzde de çeşit çeşit!
Genelleme yaparak, otobüslerin aynı yöne gittiğini zannederek "korku" yaratmanın, "şeytan"la savaşmanın dayanılmaz bir hazzı var ama hiç de gerçekçi değil.

t.akyol@milliyet.com.tr

24.09.2007

Ekmek karnenizi ibraz ediniz


Engin Ardıç
Ekmek karnenizi ibraz ediniz


Gazeteye giderken ne zaman Davutpaşa Kışlası’nın önünden geçsem, babamı hatırlarım. Kışla metruk, babam da toprak altında.

Anlatırdı: Savaş yıllarında orada askermiş, çarşı iznine çıktığında Topkapı’ya kadar yürüyor, oradan tramvayla Beşiktaş’a, Sirkeci’den aktarmalı, eve gidiyor... Koltuğunun altında da asker tayını, yemiyor, eve götürüyor.

Her seferinde, ama her seferinde, kimi zaman on, kimi zaman yirmi kişi yolunu kesip sorarmış: Asker ağa, ekmek satılık mı? Asker ağa, ekmeğe kaç kuruş istersin?

Konya Lezzet Lokantası’nda birdenbire o günlere gittim. Savaş yıllarında kelimenin tam anlamıyla dağ başı, benim çocukluğumda gecekondu mahallesi, şimdi de zengin vadisi Kanyon’da, Konyalı’nın Kanyon şubesinde yemek yerken gene babamı hatırladım.

Yok, ekmek ne asker tayınıydı, ne de süpürge çöplü Milli Şef ekmeği...

Ama yemek listesinin sağ üst ucunda şöyle yazıyordu: “Lokantamız birinci sınıftır. Ekmek karnelerinin yemekten evvel verilmesini sayın müşterilerimizden rica ederiz.”

Ki, fazla yiyip de sonradan çamura yatmayasın... Karnenin kuponlarını bitirdiysen “helal edin” numarası yapmayasın. Hakkını aşmayasın. Koskoca Konyalı bu, Alman işgalinde karaborsa et bile bulunan karanlık bir Paris lokantası değil!

Ya da Konya Lezzet Lokantası’na girmeden, Sirkeci tramvay durağında, koltuğunun altında somunuyla bekleyen bir genç yakalayacaksın: Ekmek satılık mı?

Sonra baktım, lokantanın telefon numarası 27 19 35...

Üstelik, lokanta, yemek listesinin arka kapağında belirttiği üzere, “evinizdeki ziyafet sofranızın tanzimini deruhte ediyor, lütfen tamamlayıcı izahat isteyiniz”... Listede çorbalar, haşlamalar, salçalı etler ve kızartmalar, ızgara ve tavalar, salatalar ve mezeler, balıklar, pilav ve börekler, tatlı ve kompostolar var ama, “hususi yemekler” de var! Listenin kapağında da, kanun hükmü mucibince, iki buçuk kuruşluk damga pulu. Yüzde on “hizmet ücreti” ayrıca alınıyor, “alakart ekstra yemekler de çift porsiyondur”, derhatır ediniz. Çeviriyorsun, basıldığı yer, elbette, Çeltüt Matbaası! Çocukluğumun hemen her kitabının dibinde karşıma çıkan o matbaa...

Konyalı, Kanyon’da açtığı yeni şubesinde, altmış beş yıl öncesinin “mönüsünü” kullanmış... İçi güncel, fiyatlar bugünkü fiyatlar ama elinize aldığınız listenin kabı, savaş yılları listesinin “faksimilesi”, tıpkıbasımı.

Bu, inceliktir. Bu, hoşluktur. Bu, güzelliktir. Bu, uygarlıktır. Bu, tam yüz on yıllık köklü bir müessesenin, başkaca yoruma yer bırakmayan muhteşem soyluluğudur.

Ve de, her müşteri için, her masa için kendini ayrı paralayan, yemek yiyen insanların mutlu olmaları için çırpınan Sayın Banu Konyalı’ya, lokantanın üçüncü kuşak yöneticisine sorarsanız, size hemen herkesin, yemeklerin yanısıra bu mönüye de mest olduğunu ve mutlaka hatıra olarak bir adet alıp götürmek istediğini söyleyecektir...

Ben edepsizlik ettim de aldım, boşuna uğraşmayın, vermiyorlar.

Ama rüyanızda göremeyeceğiniz Osmanlı yemekleri sunuyorlar: Terbiyeli rezene kökü, keş peynirli köy eriştesi, borani ıspanak, sirkencübin şerbeti, külleme cacık... Safranlı balık çorbası, keşkekli kuzu incik, defneli şiş, yufkalı köfte, ballı mahmudiyye, uskumru dolması, levrek külbastısı... Üstüne de höşmerim helvası, sakızlı sütlaç, zerde, keşkül-ü fukara...

Daha tutucu bir damak zevkiniz varsa, döner de var, piliç de, bonfile de, pirzola da. Fakat Konyalı’nın hünkârbeğendili kebabı insanı çıldırtabilir. Üstüne de portakallı baklava.

Çok şiştim, yüz on üç kiloya çıktım, elimi, dilimi ve de boğazımı tutmaya karar vermiştim, fakat Konyalı’nın yemeklerinden kaçınan namerttir. Orada çözüldüm.

Efendim? Hayır, kendi kesemden, namusumla yedim. Ben sizin bildiğiniz gazetecilerden değilim.

Mübarek Ramazan günü sizi de oruçlu oruçlu günaha soktum, isterseniz bu yazıyı kesip saklayınız, iftardan sonra okuyunuz.

Efendim? Emekçi halkım bunları yiyemez mi?

Babam da yiyememişti, parası yoktu. Dedemi de babamı da aç bıraktı, sizin sevgili oligarşiniz.

Rektörler komitesi illegal

24.09.2007

Rektörler komitesi illegal


Yürürlükte olan 1982 Anayasası’nda yer alan 2547 Sayılı YÖK Kanunu’nda Rektörler Komitesi diye bir kurum yok. Kanun tarafından verilen bir yetkisi olmamasına rağmen kendisini siyaset üstü görerek ülkenin geleceğini ilgilendiren hemen her konuda muhalefet yapan rektörler komitesinin illegal bir oluşum olduğu ifade edildi.
Uzmanlar Vakit’e yaptıkları değerlendirmelerde, Rektörler Komitesi’nin ‘İcra yetkisi olmayan, yasadışı’ bir kurum olduğunu söylediler.
İŞTE NEDENİ
Aynı uzmanlar herhangi bir kurumun kanunda düzenlenmeyen bir başka organı ihdas edemeyeceğini belirterek şunları söylediler:
“Rektörler Komitesi, Yükseköğretim Kurulu tarafından ‘Rektörler Komitesi Kurulması Hakkında Yönetmelik’le, Anayasa’ya ve kanunlara aykırı olarak kurulmuştur. Yönetmeliğin 2. maddesinde amaç ‘Üniversiteler ve Yüksek Teknoloji Enstitüleri arasında işbirliğini sağlamak’ olarak belirtilmiştir. Rektörler Komitesi üniversiteler ve İleri Teknoloji Enstitüleri arasında ne gibi bir işbirliği sağlıyor? Böyle bir şey yok. Öyle ise Rektörler Komitesi niçin var? Şunun için var: Üniversiteler Arası Kurul başkanlarıyla YÖK başkanı arasında Ayhan Alkış olayında olduğu gibi zaman zaman anlaşmazlıklar çıkıyordu. Bu sakıncayı (!) gidermek ve tartışılmaz hâkimliği pekiştirmek isteyen YÖK anayasal yetkisi olmadığı halde böyle bir illegal örgüt oluşturdu ve bu örgüt tek işlev olarak hükümetin demokratik açılımlarına takozluk etmeyi benimsemiş durumda.”
DERNEK
Tüm Öğretim Üyeleri Derneği eski Başkanı Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu, Rektörler Komitesi’nin yasadışı bir kurum olduğunu ve açıklamalarının sıradan bir derneğin açıklamaları değerinde bile olmadığını söyledi. Hatipoğlu, “YÖK çarpık bir yapı ortaya koymaktadır. Aslen varlığı olmayan bir kuruluş olan Rektörler Komitesi illegal bir kuruluştur. Bunu anlamak için de Anayasa’ya bakmak yeterlidir. Anayasa’nın hiçbir maddesinde yer almayan bu kurumun derneklerin bağlı olduğu bir mevzuatı dahi yoktur. Bu kurumun altına imza attıkları görüşleri sadece kendilerini bağlar ve toplantıdan öteye gidemezler. İcra yetkisi dahi olmayan Rektörler Komitesi’nin söyledikleri her söz hukuksuz, gerçekleştirdikleri eylem ise illegaldir” dedi.
“AMAÇ DIŞI”
Rektörler Komitesi’nin, Yükseköğretim Kurulu tarafından Rektörler Komitesi Kurulması Hakkında Yönetmelik’le, Anayasa’ya ve kanunlara aykırı olarak kurulduğunun altını çizen Hatipoğlu, “Yönetmeliğin 2. maddesinde amaç ‘Üniversiteler ve Yüksek Teknoloji Enstitüleri arasında işbirliğini sağlamak’ olarak belirtilmiştir. Rektörler Komitesi üniversiteler ve ileri teknoloji enstitüleri arasında ne gibi bir işbirliği sağlıyor? Böyle bir şey yok” diye konuştu.
PROFESÖR DURSUN: “YASAL DEĞİL”
Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Prof. Dr. Şefik Dursun da Rektörler Komitesi’nin yasal bir dayanağının bulunmadığını belirterek, “Rektörler Komitesinin yasalarda yeri yoktur. Kanun yoksa yasal değildir. O zaman söylemleri sadece bir grubun açıklamasından öteye gitmez. YÖK Başkanı Teziç kendisine güç katmak için bu yasal olmayan kurumu yanına alıp gövde gösterisi yapıyor. İsim ve görünüm ile baskı kurmak istiyor. Tek işlev olarak hükümetin demokratik açılımlarına takozluk etmeyi benimsemiş durumda” dedi.
USLU: KANUN DIŞI
Hak İş Genel Başkanı Salim Uslu ise “Ülkeyi geren açıklamalarıyla dikkat çeken Rektörler Komitesi, gücünü hangi Anayasa maddesinden, hangi kanundan almaktadır?” sorusunu gündeme getirdi. Anayasa’da, 2547 Sayılı YÖK kanununda Rektörler Komitesi diye bir kurumun olmadığını belirten Uslu şunları söyledi: “Kaynağını ve gücünü yasadan almayan böyle bir kurum nasıl teşekkül ettirilebilir? Hukuka en çok saygı göstermesi gerekenlerin başında üniversiteler gelmelidir. Kanundan alınmayan bir yetki ile fiyaka yapılması toplumu güldürüyor. Bilimi ise kahrediyor.”

Kartelde namaz irticai faaliyet oldu

Kartelde namaz irticai faaliyet oldu


Yayın organlarında namaza karşı haberleri ile dikkat çeken Doğan Grubu, namaz kılan güvenlik görevlisini bünyesinde barındırmadı.

Doğan TV Center’da güvenlik görevlisi olarak çalışan Turgay Kaygusuz’un namaz kıldığı için başına gelmeyen kalmadı. Hakkında 3 kez namaz tutanağı tutulan Turgay Kaygusuz, çareyi görev yerinin değiştirilmesinde buldu.
NAMAZ KILDI DİYE TUTANAK TUTULDU
Doğan Grubu içinden bir kaynaktan edinilen bilgilere göre Doğan TV Center’da 8,5 ay önce taşeron şirketin güvenlikçi elemanı olarak işe başlayan Turgay Kaygusuz, istirahat molalarında namaz kılıyordu. İşini aksatmayan Kaygusuz, aynı zamanda İslâm'ın 5 şartından birisi olan namaz şartını yerine getiriyordu. 3500 kişinin çalıştığı Doğan Medya Center’da mescit olmadığı için namazlarını bodrum katındaki soyunma odasında kılan Kaygusuz, Doğan TV Center Güvenlik Grup Şefi ve Doğan Grubu’nun kadrolu personeli Kalender Şahin tarafından fark edildi. Turgay Kaygusuz hakkında namaz kıldığı için çeşitli zamanlarda 3 ayrı tutanak tutuldu. Kalender Şahin tarafından geçtiğimiz hafta tutulan son tutanakta Kaygusuz’un irticai faaliyetleri işyerine taşıdığı kaydedildi. Kaygusuz'un yüzüne okunan tutanağın daha sonra yanlış üslup kullanıldığı gerekçesiyle imha edildiği öğrenildi.
Turgay Kaygusuz, tutulan tutanakların yanı sıra defalarca da namaz kıldığı için fırça yedi. Namaz kılmaktan vazgeçmemesi üzerine iyice baskı gören Turgay Kaygusuz, Doğan TV Center güvenlik amirleri tarafından görev yerini değiştirmeye zorlandı. Bir süre direnen Kaygusuz, ardından bağlı bulunduğu şirkete başvurarak görev yerinin değiştirilmesini talep etti. Turgay Kaygusuz’un başka bir şirkette güvenlik görevlisi olarak çalıştığı öğrenildi. Namaz kıldığı için baskı gören Turgay Kaygusuz konuşmak istemezken, namaz kıldığı için emrindeki personele baskı yaptığı ve tutanak tuttuğu belirtilen Kalender Şahin, ısrarlı aramalarımıza rağmen telefonlarımıza çıkmayarak sorularımızı cevaplamaktan kaçındı.
DOĞAN GRUBU, NAMAZ KARŞITI YAYINLARI İLE DİKKAT ÇEKİYOR
Bilindiği gibi; Doğan Grubu yayın organlarından Milliyet geçtiğimiz günlerde şehirlerarası bir yolcu otobüsünün namaz molasına durmasını manşetine taşıyarak tepki çekmişti. Aynı gruba bağlı Hürriyet gazetesinin yazarı Yalçın Doğan, “Kebapçıda namaz metroda namaz” başlıklı yazısında sokaklara taşan cemaatlerden ve kebapçılarda ve metroda bile mescit olmasından rahatsızlığını dile getirmişti. Yine Hürriyet’in yazarı Özdemir İnce ise “Din hakkında” başlıklı yazısında “Müslümanlar "Nüfusunun yüzde 99,99’u Müslüman olan Türkiye" önermesine dayanarak kamusal alanları ibadet yeri haline getiremezler. Devletin güvenlik kuvvetleri bu türden girişimleri kamu düzeni adına engellemek zorundadır” ifadesini kullanarak cami cemaatinin sokaklara taşmasının zor kullanılarak engellenmesini istemişti.

Al sana mahalle baskısı

24.09.2007

Al sana mahalle baskısı


Anayasa çalışmalarına karşı çıkan çevrelerin ortaya attığı “mahalle baskısı”nın en somut örneği geçtiğimiz Cuma günü Çanakkale’nin Gelibolu İlçesinde yaşandı.
Gelibolu Namık Kemal İlköğretim Okulu Müdürü Nevzat Kaya, haftasonu merasiminde İstiklal Marşı okunmadan önce bahçedeki başörtülü velileri dışarı çıkardı. Müdür Kaya’nın “Başörtülüler bahçenin dışına çıksın, İstiklal Marşımızı okuyacağız” şeklindeki anonsuyla şaşkına dönen 12-13 başörtülü veli bahçeyi terk etmek zorunda kaldı.
MUTLU: HOŞ BİR DAVRANIŞ DEĞİL, GEREĞİNİ YAPACAĞIM
Konuyla ilgili görüştüğümüz Gelibolu İlçe Milli Eğitim Müdürü Haki Mutlu, böyle bir uygulamanın olamayacağını söyledi. İstiklal Marşı’nı söyleme adabının ayağa kalkmak ve saygı duruşunda saygıyla dinlemek veya iştirak etmek olduğunu belirten Haki Mutlu, “İstiklal Marşı’nın okunduğu yerde herkes saygının ifadesi olarak ayağa kalkar ve iştirak eder. Velilerin başının açık veya kapalı olması gibi bir ayrım söz konusu olamaz. Sonuçta bahçeye gelenler öğrenci velileri. Bu insanlar arasında ayrım yapmak doğru olmaz” dedi. Mutlu, böyle bir olayın tekrar etmemesi için gerekli müdahalelerde bulunacağını da ifade etti.

22.09.2007

Asıl baskıcı azgın azınlık



23.09.2007

Asıl baskıcı azgın azınlık



Mahalle baskısı palavraları esas baskıcının bu ülkenin kaynaklarını gasbetmeye alışmış azgın azınlık olduğu gerçeğini örtemeyecek.
Yeni anayasada başörtüsü yasağının kaldırılmasını istemeyen yasakçı çevreler, Prof. Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” kavramına can simidi gibi sarıldılar.
Başörtüsü serbest bırakılırsa herkesin mahalle baskısı ile örtünmek zorunda kalacağını iddia eden özgürlük karşıtı çevreler inançlı kesimlere uyguladıkları baskıları unutmuş görünüyorlar.
İŞTE ASIL BASKICILAR
28 Şubat süreci ile birlikte bürokratik eliti arkasına alarak inançlı kesimlere savaş açan çevreler, iktidarlarının elden gitmesi ile mağdur rolü oynamaya başladılar. Yıllardır dindar insanlara her türlü baskıyı reva görenler şimdi korunaklı lüks villalarından, hiç yaşamadıkları mahalle ortamında başı açık insanların baskı göreceklerini iddia ediyorlar.
CUMHURBAŞKANI BİLE ÖTEKİ MAHALLE BASKISI ALTINDA
Türkiye’nin en tepesinde yer alan Cumhurbaşkanı oligarşik baskı yüzünden eşiyle birlikte protokollere çıkamıyor. Başkomutana bağlı bir tuğgeneral protokolü terk ederek Cumhurbaşkanına saygısızlığa varan davranışlarda bulundu.
BAŞBAKAN DA MAĞDUR
Türkiye’de yürütmenin başında olan başbakan bile kendi idaresi altındaki okullarda çocuklarını okutamadığı için yurtdışına göndermek zorunda kaldı. Başbakan eşiyle birlikte orduevlerine ve resmi törenlere davet edilmedi.
MİLLETVEKİLİNİ MECLİS’TEN KOVDULAR
Halkın oyları ile milletvekili seçilen Merve Kavakçı sırf başörtülü olduğu için mecliste yemin etmesine izin verilmedi ve siyasi linçe maruz kaldı. Eşi başörtülü milletvekillerine vebalı muamelesi yapıldı.
PARTİ KAPATTILAR
Siyasi partiler sırf İslâmi değerlere önem verdikleri ve başörtüsüne özgürlük istedikleri için kapatıldı.
KIŞLA MAHALLESİ DOKUNULMAZ
İnançlı ya da eşleri örtülü subaylar vatan haini muamelesi görerek ordudan uzaklaştırıldı ve adil yargılanma hakları ellerinden alındı. Asker çocuklarını ziyaret etmek isteyen anneler başörtülü oldukları için kışlalara sokulmadı.
EN YOBAZ MAHALLE YÖK
Başörtülü oldukları için binlerce kız öğrenci üniversitelerden kovuldu. Dindar öğretim görevlileri sürüldü ya da üniversitelerden uzaklaştırıldı. İkna odaları adı altında baskı odaları kurularak öğrencilere “ya açılır ya da okuyamazsınız” çağrıları yapıldı.
VURUN İMAM HATİPLİLERE
İmam Hatiplilere katsayı uygulaması getirilerek üniversiteye gitmelerinin önü kesildi. Binlerce kız öğrenci dinini öğrenmek için geldiği okulda, dininin emri olmasına rağmen başörtüsüyle okuyamadi.

21.09.2007

İşte Teziç'in anayasası

İşte Teziç'in anayasası
Sivil anayasa çalışmasının askıya alınmasını isteyen YÖK Başkanı Erdoğan Teziç'in, 1992 yılında TÜSİAD için anayasa taslağı hazırladığı ortaya çıktı.


Teziç'in bir grup akademisyenle kaleme aldığı taslak, dönemin TÜSİAD Başkanı Bülent Eczacıbaşı tarafından Meclis'e sunulmuş. Prof. Dr. Süheyl Batum ve YÖK üyesi Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu'nun da katkı yaptığı taslak, radikal değişiklikler içeriyor. Giriş bölümünde, askerî darbeden sonra kabul edilen 1982 Anayasası'nın katılımcı bir ortamda hazırlanmadığı ve demokratik sayılmayacak şartlarda halkoyuna sunulduğu belirtiliyor. Bu yüzden ulusal mutabakata dayalı yeni bir anayasa yapılması gerektiği vurgulanıyor.

Liberal demokratik rejimlerde devletin resmî bir ideolojisi olmaz. Kemalizm ideolojisi anayasada yer almamalı.
'Atatürk milliyetçiliği' ifadesi kaldırılmalı. 'Devletin dili Türkçedir', yerine "Resmi dili Türkçedir" denilmeli.
Cumhurbaşkanı ile milletvekiliyeminlerinde Atatürk ilkeleri ve inkılaplarına yer verilmemeli.
Devletin şeklinin cumhuriyet olması dışında Anayasa'da değiştirilemez hüküm olmamalı.
1982 Anayasası'nın otoriter ve kutsal devlet anlayışını yansıtan başlangıç bölümü demokratik sistemle bagdasmaz.


Anayasa'daki başlangıç bölümünün 'otoriter devlet' ideolojisini çağrıştırdığı, devlete 'kutsal' sıfatını ekleyen bu anlayışın özgürlükçü ve çoğulcu bir demokratik düzenle bağdaştırılmasının imkansız olduğu vurgulanıyor. Değişiklik tekliflerinden en önemlisi ise devletin nitelikleriyle ilgili. 4. maddede sayılan değiştirilemez niteliklerin 'cumhuriyet'le sınırlı tutulmasını isteyen Teziç, şu gerekçeyi ileri sürüyor: "Kurucu iktidarın asıl sahibi olan milletin ve onun temsilcilerinin özgür bırakılmalarında yarar vardır. İnsan aklının ve toplumların bu tür engellerden uzak tutulması, evrensel ve doğal değişim yasalarının mantıkî sonucudur. Hiçbir anayasa koyucu toplumun onlarca yıllık geleceğini ipotek altında tutma hakkına sahip olmamalıdır. 'Cumhuriyetin sürekliliği' dışında değişmez anayasa kuralı konulmasında yarar değil zarar vardır."

Erdoğan Teziç, AK Partili Prof. Dr. Zafer Üskül'ün bir süre önce gündeme getirdiği ve büyük tartışmalara yol açan 'ideolojisiz anayasa' fikrini de 15 yıl önce taslağına almış. "Liberal demokratik rejimlerde devletin resmî bir ideolojisi olmaz." ifadesini kullanan Teziç, yeni anayasanın ideolojik hükümlerden arındırılması gerektiğini savunuyor. Cumhurbaşkanı ve milletvekili yeminlerinden 'Atatürk ilkeleri ve inkılaplarına bağlılık' vurgusunu çıkaran Teziç, 'Türk milliyetçiliği' ya da 'Atatürk milliyetçiliği' şeklindeki kavramların da anayasada yer almamasını istiyor. Teziç'in önerilerinden biri de genelkurmay başkanının milli savunma bakanına bağlanması.

YÖK Başkanı Erdoğan Teziç, sürpriz anayasa taslağını dönemin TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı'nın talebi üzerine hazırlamış. 1982 Anayasası'nı antidemokratik bulan Teziç ve 8 arkadaşı, bu talep üzerine işe koyularak, "Yeni Bir Anayasa İçin" adlı anayasa taslağını kaleme almış. Kısa sürede hazırlanan taslak, anayasa önerisi olarak TBMM Başkanlığı'na sunulmuş.

Taslak, Teziç ve arkadaşlarının o dönemde bugün savundukları görüşlere taban tabana zıt görüşte olduklarını ortaya koyuyor. Giriş bölümünde darbe sonrasında kabul edilen 1982 Anayasası'nın demokratik ve katılımcı bir ortamda hazırlanmadığı belirtilerek, ulusal mutabakata dayalı yeni bir Anayasa yapılması isteniyor.

Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki bilim kurulunun hazırladığı taslakta başlangıç kısmı ve değiştirilemez nitelikteki ilk 3 maddede yapılan bazı kelime değişiklikleri rejim sorunu haline getirilirken, TÜSİAD'ın taslağında değiştirilemeyecek maddelerin de değişmesi öneriliyor. Konuyla ilgili olarak taslağın giriş bölümünde, "TBMM, 1982 Anayasası'nın "değiştirilemez hükümler" arasında saydığı hükümleri yok saymak ya da değişik formülasyonlara büründürmek hak ve yetkisine sahip midir?" sorusuna cevap aranıyor.

"Türkiye devletinin cumhuriyet" olduğu yönündeki hükmün değiştirilemezliğinin Türk anayasa geleneğinin temel unsuru olduğu belirtilen taslakta, bunun dışındaki maddelerin değiştirilmezlik kapsamına 12 Eylül rejimi şartlarında hazırlanan 1982 Anayasası'yla alındığı kaydediliyor. Bu hükümler arasında değiştirilebilecek kurallar da olabileceği belirtilirken, şu açıklama yapılıyor: "Bu konuda asli kurucu organ yetkisini kullanan bir meclisin kendini bağımsız hissetmesi doğal ve gereklidir. Bu açıdan önerilebilecek ideal formül, yeni bir Anayasa hazırlama girişiminin başında, TBMM'nin bir anayasa değişikliği yaparak, değişmezlik hukukunu daha önceki Cumhuriyet Anayasalarında olduğu gibi 'Cumhuriyet' ilkesi ile sınırlı tutması olacaktır. Sonuç olarak çalışma grubumuz, TBMM'nin yeni bir anayasa taslağını oluşturma aşamasında kendisini 'cumhuriyet hükümet şekli'nin değişmezliği dışında özgür ve bağımsız hissetmesi gerektiğine inanmaktadır."

Resmî ideoloji olmamalı

Erdoğan Teziç ve arkadaşlarının, AK Parti Mersin Milletvekili Prof. Dr. Zafer Üskül'ün ideolojisiz anayasa fikrine 15 yıl önce hazırladıkları TÜSİAD'ın anayasa taslağında yer vermeleri de dikkat çeken noktalardan biri. "Liberal demokratik rejimlerde devletin resmî bir ideolojisi olmaz." denilen taslakta yeni anayasanın ideolojik hükümlerden mümkün olduğu kadar arındırılması gerektiği savunuluyor. Buna örnek olarak da Türk milliyetçiliği ya da Atatürk milliyetçiliği şeklindeki ideolojik anlam verilebilecek kavramların anayasadan çıkarılarak bunun yerine hukuki bir deyim olan 'milli' sıfatının koyulması isteniyor. Anayasa'da resmi ideolojinin yer almamasına ilişkin önerinin gerekçesi ise şöyle: "Atatürk'ün nihai hedefi Batı tipi liberal demokrasidir. Liberal demokratik rejimlerde ise devletin resmî bir ideolojisi olmaz. Türkiye'de 1946 seçimleri ile Atatürk'ün nihai hedef olarak belirlediği çoğulcu demokratik rejime yönelmiştir. Bu aşamadan sonra gerçekleştirilmesi gereken liberal demokratik toplumların ilkeleri olan çoğulculuk, özgürlük ve eşitlik olmalıdır."

Başlangıç bölümü demokratik düzenle bağdaşmaz

Bu çerçevede Anayasa'da başlangıç bölümüne de gerek olmadığı, böyle bir bölüm olacaksa bile bunun çok temel hukuk ilkelerine ayrılmasının gerekli görüldüğü vurgulanıyor. Dolayısıyla, "1982 Anayasası'nın ideolojik yönü ağır başlangıç bölümünün bağlayıcı sayılmadığı" ileri sürülüyor. Bir hukuk kuralı olmaktan çok, ideolojik bir yapıya sahip olan başlangıç kısmının 1961 ve 1982 anayasalarında sorun çözmek yerine sorun ürettiğinin altı çiziliyor. Bu konuda şu görüş dile getiriliyor: "Üslup açısından son derece ağır ve bir tek cümleden oluşan ve Anayasanın dayandığı temel görüş ve ilkeler yığınını içeren 1982 Anayasası başlangıç metni otoriter bir devlet ideolojisi çağrıştırır biçimde düzenlenmiştir. Nitekim yargı organlarınca da böyle yorumlandığı olmuştur. Devleti soyut bir varlık olarak yücelten, ona 'kutsal' sıfatını ekleyen bir anlayışla, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokratik düzenin bağdaştırılması imkansızdır."

Genelkurmay, Milli Savunma'ya bağlansın

TÜSİAD'ın taslağında bir diğer önemli değişiklik de Genelkurmay Başkanlığı'nın statüsünde göze çarpıyor. Taslakta, bütün NATO ülkelerinde genelkurmay başkanının başbakana değil, Milli Savunma bakanına bağlı olduğu belirtiliyor. Bu sebeple ilgili maddenin, "Genelkurmay başkanı Milli Savunma bakanına karşı sorumludur." şeklinde değiştirilmesi öneriliyor.

Dokuz kişilik ekipte Süheyl Batum da var

TÜSİAD'ın 1992 yılında hazırlattığı "Yeni Bir Anayasa İçin" adlı anayasa taslağını yazan Erdoğan Teziç başkanlığındaki çalışma grubunda AK Parti'nin taslağını eleştiren isimlerden Prof. Dr. Süheyl Batum ile halen YÖK üyesi olan Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu da yer almış. 9 anayasa hukukçusunun yer aldığı çalışma grubunda ayrıca Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in Anayasa Mahkemesi üyeliğine atadığı Prof. Dr. Fazıl Sağlam, Prof. Dr. Bülent Tanör, Prof. Dr. Sait Güran, Prof. Dr. Yıldızhan Yayla, Prof. Dr. Köksal Bayraktar, Prof. Dr. Devrim Ulucan isimleri var. Dönemin TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı'nın talebi üzerine hazırlanan taslak yeni bir anayasa önerisi olarak TBMM Başkanlığı'na da sunulmuş.

TBMM, yeni anayasa konusunda 'asli kurucu organ' yetkisine sahip

Meclis'in yeni bir anayasa yapma konusundaki yetkisinin de tartışıldığı taslakta "Anayasa değişiklikleri yapmaya yetkili bir organın yeni bir anayasa yapma konusunda da yetkili olduğu hususunda kuşku yoktur." deniyor. Ayrıca Meclis'in yeni bir anayasa yapmaya yetkili olduğu konusunda Atatürk döneminde kabul edilen 1924 Anayasası örnek gösteriliyor. 1924 Anayasası'nın bir kurucu Meclis tarafından değil olağan bir yasama meclisi tarafından üstelik halk oyuna sunulmadan kabul edildiğine dikkat çekiliyor.

Eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu'nun kısa bir süre önce öne sürdüğü Meclis'in yeni bir anayasa yapamayacağı yönündeki iddiasıyla ilgili olarak Teziç ve ekibinin 15 yıl önce hazırladığı taslakta şu değerlendirme yapılmış: "Kısacası, bugünkü TBMM bir "Kurucu Meclis" sıfatıyla seçilmiş olmadığı halde , yeni bir anayasa yapmaya yetkili bir "asli kurucu organ" yetkisi kullanabilir. Zaten bunun aksini düşünmek, anayasa yapıcılığı yetkisini yalnız kurucu meclislere ya da ihtilal sonrasının olağanüstü iktidarlarına tanımak olur ki; bu tarihsel gerçeklerle uzlaşmadığı gibi, şiddet yolunu önermek anlamına dahi gelir. Oysa, pek çok ülkede yeni anayasalar, normal zamanlarda ve olağan yasama meclisleri tarafından hazırlanabilmiştir."

Değiştirilemeyecek hükümlerin kapsamı daraltılıyor

Teziç'in taslağında Anayasa'nın birinci kısmında yer alan değiştirilemez hükümler, 'devletin cumhuriyet' niteliğiyle sınırlı tutulmuş. Değişiklikler şöyle:

2. Madde: Mevcut metin: Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.
Taslaktaki metin:
Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.

3. madde: Mevcut metin:: Devletin dili Türkçedir.
Taslaktaki metin:
Devletin resmi dili Türkçedir.

4. madde: Mevcut metin: Anayasa'nın 1'inci maddesindeki devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2'nci maddesindeki Cumhuriyet'in nitelikleri ve 3'üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.
Taslaktaki metin: Türkiye devletinin bir Cumhuriyet olduğuna ilişkin hüküm değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez

Murat Aydın
22 Eylül 2007, Cumartesi

Anayasa’da yazmasa ne olur? -Benimkinde yazıyor


Anayasa’da yazmasa ne olur? -Benimkinde yazıyor
Sibel ERASLAN

1987… Fakültenin önünde, içeri alınmayı bekliyoruz. Hava çok soğuk, kar var. Esin, benden iki sınıf üstte okuyor. Elinde sıktığı yumruğun içinde az önce memleketten babasıyla yaptığı telefon konuşmasından arta kalmış iki büyük bir de küçük sarı jeton…
Babası, başını aç ve muhakkak okuluna gir dermiş. Kolay değil, Bitlis’ten tarla satıp yollamış kızını İstanbul’a okumaya. Esin, karmakarışık. Bir tarafta günlerdir okulun kapısında bekleşen arkadaşları, karın altında mosmor olmuş avuçlarla polis kordonunun içindeler. Diğer yanda babası… Bir anda geçirdiği krizle önce titremeye ardından ağzından köpükler gelerek sarsılmaya başlıyor. O kadar kalabalığın içinde, benim kucağıma yığılıyor. Altına giriyorum. Omuzlarımda kaldırarak onu doktora yetiştirmeye çalışıyorum. O kadar ağırlaşmış ki vücudu, yoksa ölüyor mu Esin? Adli Tıp’taki ağırlaşmış ölü vücutları geçiyor bir andan daha kısa bir zaman içinde gözümün önünden… Etrafa bağırıyorum, Esin’in ayaklarından omuzlarından tutarak Mediko-Sosyal binasına kadar taşıyoruz onu. Kapıdan içeri almıyorlar. Örtülüyüz. Yakında Esnaf Hastanesi var ama, cepte para yok. Beş altı kişi ancak denk getiriyoruz, sanırım biraz eksiğimiz var, biraz azar biraz hakaretle Esin’i en sonunda içeri sokabiliyoruz… Allah’ım arkadaşım ne olur ölmesin!
Yirmi yıl önce omzumda taşıdığım uyku ile ölüm arası ağırlaşmış o kız bedeni, bugün olmuş hâlâ omuzlarımda benim… Bazen şaşırıyorsunuz, başörtüsü konusunda hâlâ harfleri bitmedi bu yazarın diye, biliyorum, yoruluyorsunuz… Ben de yorgunum, ama omzumdaki kız bedenlerini bırakmam, bırakamam.
Hâlâ kar yağıyor benim ruhuma bu gün olmuş… Hâlâ küçük bir kız yaşıyor içimde, içeri alınmayan, istenmeyen ve niçin alınmadığını, niçin istenmediğini de hiç çözememiş… Ve bu yüzden hep çocuk kalacak, hep yarım kalacak, hiç büyümeyecek bir kız var içimde…
Şu koparılan tantanaya bakınca, gariptir güleceğim geliyor, evet gülüyorum!
Yani Anayasa’nızda yazsa ne olur, yazmasa ne olur?
Kaç yazar, kim yazar, kime yazar?
Benim kalbimdeki, içimdeki, ruhumdaki Anayasa’mda yazdıktan sonra…
Yaşlı başlı adamlar, cüppeli, rütbeli, saygıdeğer erkeklerle, bol ünvanlı, etek döpiyesli saçları düzgün taralı ve yaşlarını hiç belli etmeyen bakımlı kadınlar korosu… Ayaklarını yere vurarak tam tam sesleri ile itiraz ededursun… Kilit üstüne kilit vurduklarını sansınlar hayata… Kaç yazar, kim yazar, kime yazar?
Alın o hayatın hepsi sizin olsun, demirden para kasalarınız, kabarık hermes cüzdanlarınız, ütülü pantolonlarınız, yaşlanmayı geciktiren gece kremleriniz, kariyer, rayting, spor araba, renk renk kadınlar, kırmızı halılar, mühür ve zebercetten tahtlar, önünüzde iki büklüm eğilen kıtalar, alkışlar, ödüller hepsi sizin olsun… Kırk yıldır hayatı yasaklıyorsunuz da ne oluyor? İşte hayat akıyor, hayat devam ediyor, yasaklara, barikatlara, kelepçelere, rektörlere, panzerlere rağmen devam ediyor…
Sevgili küçük arkadaşım!
Şimdi sen, cesur olmak zorundasın, şimdi ve sonrasında, hep. Şayet cidden seviyorsan, cidden o gücü kendi yüreğinde hissediyorsan, bil ki dünyanın hiçbir zinciri seni bağlayamaz ve bağlayamadı da… Onlar güçlerini, sense yüreğini koyuyorsun ortaya, baş edemeyecekleri tek şey var dünyada; o da senin kalbin, yüreğin, boyun eğmeyişin, onurun, ruhun…
Bil ki oraya giremezler! Senin içine kimse el atamaz!
Yüreğinin içindeki o sadece sana ait yüksek dağa, bil ki, senden başka kimse çıkamaz. İçin darladıkça ve kar yağdıkça ruhuna, içinin dağına çık. Başından pus kalkmayan ve sana usul usul tane tane Meryem’in hikayesini anlatan içindeki o dağa yaslan… Hani herkes onu taşlarken, o kucağındaki İsa’yla onurunu kimseye çiğnetmeden yürümüştü. Sonra çöl ortasında yapayalnız bırakılmış Hacer’in hikayesini de anlatsın sana içindeki dağın puslu başı. Eğil, kulak ver, dinle! Seni Hacer olmaya çağıran dağın sesini dinle… Kıpkızgın bir çölün bağrından gürül gürül taşan Zemzem’in sesini taşıyorsun başında… Başındaki sıradan bir örtü değil, insanlara Zemzem’in sesini taşıyan bir nehir. Ki çöle nehir taşımak elbette ağır!
Şimdi: Bu böyledir, arkadaşım!
Onlar yol kesecek ve sen yürüyeceksin…

Papaz yeminiyle işe başlayan bir Başbakan ve de laik ‘rituel’ler..

Vakit/22.09.2007/Selahaddin ÇAKIRGİL
Papaz yeminiyle işe başlayan bir Başbakan ve de laik ‘rituel’ler..

Şimdi de, ‘İncil’de haber verilen Yecuc- Mecuc’ler (Gog ve Magog’lar)
Ortadoğu’da harekete geçti!’ dediğini, fr. teoloji profesörü Thomas
Römer açıkladı.. Buna göre Bush, Irak’a saldırmadan birkaç hafta önce,
Fransa eski cumhurbaşkanı Jacques Chirac’a, ‘Bu duruma göre, bana
yardım et..’ demiş.. Bunun üzerine, Chirac da, konuyu uzmanına,
hristiyan ulemasına sormuş, Lozan Üniversitesi’nde İncil uzmanı Thomas
Römer’den bu konuda bilgi istemiş ve hazırladığı rapor da Bush’a
gönderilmiş.. Hatırlanacağı üzere, Bush, Haziran-2003’te, yani Irak’ı
işgalinden dört ay sonra Mısır’ın Şarm el-Şeyh beldesinde Filistin
heyetiyle görüşürken, ‘Tanrı bana ‘George, git Afganistan’daki
teröristlerle savaş’ dedi, gittim savaştım. ‘George, git, Irak’taki
despotluğu bitir’ dedi, bitirdim. Şimdi bana Tanrı’nın ‘Git,
Filistinlilerin devlet kurmasını sağla, İsraillileri güvenliğe
kavuştur, Ortadoğu’ya barış getir!’ dediğini hissediyorum. Tanrı’nın
izniyle bunları da yapacağım...’ demiş ve bazı hristiyan din adamları
‘Bush’un kendini Mesih zannettiği’ yönünde yorumlar yapmıştı..
Bir
diğer tablo.. Yunanistan’da Başbakan Kostas Karamanlis, oy kaybına
rağmen, 300 sandalyelik Yunan Meclisi’nde, 152 sandalye kazanarak,
iktidarını kılpayı korudu ve piskoposların huzurunda ettiği yeminle
Başbakanlığı’nın yeni dönemine başladı.. Bizi asıl düşündürmesi gereken
konu, bu.. Aynı manzarayı, Güney Kıbrıs’da da görüyoruz..
Bunları
illâ bizde de, ‘hocalar huzurunda yemin edilerek başlanılsın böyle
vazifelere..’ demek için söylemiyorum. Çünkü her şeyden önce İslâm’da
öyle bir ruhban sınıfı kurum yok..
Dikkat edilmesi gereken nokta, başka olsa gerek..
Etrafımızda, halkının büyük ekseriyeti Müslüman olmayan komşularımıza da bakalım..
Eskiden,
1920’lerden 1990’lara kadar bir komünist Sovyet Rusya vardı, ‘din’
anlayış ve kurumuyla savaşan.. Komünizmin inkırazıyla o da son buldu..
Şimdi kuzeyimizdeki Rusya, Ortodoks Kilisesinin tarihî- manevî
liderliğinde ilerliyor.. Sovyet hâkimiyetinden çıkıp bağımsız ülkelere
dönüşen ve halkları hristiyan olan öteki ülkelerin, Ukrayna, Moldavi,
Romanya, Bulgaristan ve Doğu’daki Gürcistan ile Ermenistan‘ın durumu da
öyle..
Hele Ermenistan.. Bütün sosyo-politik hayatını, Ermeni
Kilisesi’nin önderliğinde şekillendiriyor.. 2,5 milyonluk bir yoksul
Ermenistan, 7,5 milyonluk ve maddî açıdan giderek daha bir petrol
zenginine dönüşmekte olan Azerbaycan topraklarının yüzde 25’ini, dörtte
birini, 15 yıldır işgali altında tutabilmekte ve Haydar/ İlham
Aliev’lerin katı laik saltanatı, bu durumu fiilî olarak kabul etmiş
gözükmekte.. Ve hâlâ İslâm’la savaşması temel mes’elesi..
Bir de
komşularımızdan, halkı Müslüman olan ülkelere bakalım.. Sosyo-politik
hayatı, 30 yıla yakın zamandır, halkının inancıyla barışık bir İran
müstesnâ, Irak ve Suriye de, tıpkı Türkiye gibi, temel sosyo-politik
sistemi ve aslî kurum ve yönetim merkezlerindeki -hele de atanmış-
kadroları, kendi halklarının inanç sistemine bigane kalmanın ötesinde,
onu bir de kendileri için en büyük tehdid olarak görüyorlar.
Çünkü
bu ülkeler, I. Dünya Savaşı’nın galibi olan emperyalizmin kendilerine
zoraki giydirdiği ‘deli gömleği’ni bir türlü çıkaramıyorlar.. Bu
ülkelerin yönetim mekanizmalarının hele de gizli iktidar odaklarında
çöreklenen kadrolar, bir ‘harâmîler çetesi’, bir ‘mütegallibe/ zorbalar
zümresi’ olarak, iktidarlarını sürdürmek için, her entrikayı mübah
görüyorlar..
Songünlerde, Türkiye’yi yeniden germeye çalışanların,
adetâ bir ‘din bağlılığı’ bağnazlığı içinde, en katı totaliter bir
ateizm olarak algıladıklarını ortaya koydukları ‘laiklik’ lafına
tutunup, bütün bir Müslüman halkı, ellerine aldıkları ‘resmî ideoloji
ikonu’nun ismi ve resmi ile sindirerek, kendi 80 yıllık dayatma ve
saltanatlarını korumaya çalışıyorlar..
Bu durumun temelleri,
Ortadoğu’da 1920’lerde gerçekleşen emperyalist istilâya dayanır..
Dikkat edilirse, Türkiye içindeki bu azlık iktidarının, medyatik bir
‘mahalle baskıcılığı’na dönüşen despotik anlayışın, emperyalizmin
başkentlerinde de destek görmesi, bunun için..
YÖK Başkanı Teziç,
‘türban yüzünden bu zamana kadar iki parti kapandı’ derken, dayanağı
gerçekte hukuk filan değil, o emperyalist odaklardır. Ve de bir
general, sırf, başörtülü eşine selâm vaziyetinde olmamak için
Cumhurbaşkanı’nı karşılama protokolündeki yerini terk ediyor,
görülmemiş bir kabalıkla.. Bunu o generale, kendi astlarından birisi
yapsaydı, en hafifinden ve hemen, 30 günlük ‘oda hapsi’ ile
cezalandırırdı.
Cezayir’i hatırlayalım.. Halkın, 1992 başında,
yüzde 85 destekle seçtiği İslâmî Selamet Cebhesi’ni devirip, ülkeyi bir
kan gölüne çeviren diktatör generallerin Batı dünyasınca nasıl
alkışladığını, ‘demokrasiyi kurtarmak için, gerekirse diktatörlük de
gerekebilir..’ diye yüksek ‘felsefî‘ yorumlara başvurdukları
hatırlanmalıdır.. Ve o laik generallerin desteklenmesi için, laik
TC.’nin de, hem de o gün içinde bulunduğu elverişsiz ekonomik şartlara
rağmen, karşılıksız olarak 100 milyon dolar verdiği de.. Önceleri
özgürlükçü sayılan Prof. Mümtaz Soysal gibi birisinin bile Cezayir’e
gidip generallere akıl vermesi ve dönüşünde, ‘Ama, orada laiklerin
korkusunu hiç düşünmüyorsunuz..’ kabilinden sözler ettiği de keza..
Şimdi,
aynı oyunu Türkiye’de yeniden oynamak isteyenlerin olduğu, son
günlerdeki laik goygoycuların tuttukları tempodan da anlaşılabilir..
Yeni
bir ‘28 Şubat’ zorbalığı denemesi.. ‘22 Temmuz’un rövanşını almak,
ülkeyi ve halkı cezalandırmak için mukabil bir hücum denemesi..
Amerikan
emperyalizmi, ‘28 Nisan muhtıra teşebbüsü’ sonrasında, ‘Türkiye
içindeki gelişmeler iç hukuk kurallarına uygun ise, bizim bir
itirazımız olamaz..’ dememiş miydi?
Ve Türkiye’deki bütün askerî
darbelerin, zorbalıkların, TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesine göre,
‘Cumhuriyet’i korumak’ adına tezgahlandığı ve uygulandığı bilinmiyor
mu?
Ama, seçimden önce vaad olunan bir anayasa değişikliğine
gösterilen bu tepkiye karşı, halk kitlelerinin tepkisinin de aynı
kararlılıkla gelişeceği unutulmamalı..
Bugün, kemalist-laikler,
korku ve vehimlerinden yeni bir heyula, öcü yontma çabası içinde.. buna
karşı, milletçe seçilenler de, milletin haysiyet, hâkimiyetinin ve
emanetinin korunması için, gerekirse, bedel ödemek kararlılığında
olduklarını göstermelidirler.. Ama, bunu millet de göze almalıdır,
sadece seçilenler değil.. Yoksa, zorbalara boyun eğmenin sonu gelmez!

Powered by ScribeFire.

İşte size, gerçek bir “mahalle baskısı”!

22.09.2007
Mahalle baskısı” gündeme oturdu.. Herkes “mahalle baskısı”ndan bahsediyor!
Ben de o zaman, bir mahalle baskısı anlatayım. Ama öyle tahminlere,
hayallere, paranoya haline gelmiş kişisel saplantılara dayalı bir
“mahalle baskısı” değil.. İsteyen herkesin, açıp belgelerini
inceleyebileceği, öncesi ve sonrası ile mahalle baskısının neleri
gerçekleştirdiğinin apaçık görülebileceği somut bir olayı anlatayım.>Hayır
hayır.. İstanbul Üniversitesi’nde kurulan ikna odalarında, “mahalle
baskısı” ile kızların başlarının açtırılması değil benim anlatacağım.
Sabahtan akşama, televole programları ile övülen, güzel gösterilen
çıplaklık istikametli “mahalle baskısı” da değil; benim anlatacağım.
Yarışma
programından, eğlence programına kadar, siyasi konuların tartışıldığı
açıkoturumlara kadar izleyicilerin özenle başı açık kişilerden
seçilerek, başörtüsüz bir dünya gösterimi şeklindeki “mahalle baskısı”
da değil konum değil.
Tüm bu tekil olayların arka planındaki hukuki
altyapıyı oluşturan sürecin dönüm noktasını oluşturan “mahalle
baskısı”nı anlatayım size..
Başörtü bu ülke insanlarının hemen her
evinde bulunan bir kıyafet şekli iken, nasıl bir “mahalle baskısı” oldu
da, yasak haline geliverdi?
Tarih 1992. Henüz “Adalet Bakanlığı’na
5.000 kadro aldım. Ne yani, bu kadroları Refah ve MHP’lilerle mi
dolduracaktım.Tabii ki kendi teşkiatımla doldurdum” diyen CHP’li Mehmet
Moğultay henüz AdaletBakanı değildir. 22 Temmuz’da CHP’den milletvekili
adayı olan Yusuf Kenan Doğan da, AdaletBakanlığı müsteşarlığına daha
yeni getirilmiştir.
Öğrenci işleri ile ilgili özel görevli
Danıştay’ın 8. Dairesi, bakın 13.11.1992’de, ne karar vermiş? Hemen
hatırlatalım, bu karar verildiğinde, Anayasa Mahkemesi’nin türbanla
ilgili iki ayrı kararı da çıkmıştı. Yani Anayasa Mahkemesi’nin
kararlarına rağmen, 8. Daire bu kararı vermişti!
Danıştay 8.
Dairesi, 1992/609 es, 1992/2809 k. sayılı kararında diyordu ki:
“Davacı, yönetici ve öğretmenlerinin uyarılarına karşın derslere ve
sınavlara başörtülü olarak girdiği gerekçesiyle Yükseköğretim Kurumları
Öğrenci Disiplin Yönetmeliğinin 7.maddesinin (a) ve (e) bentleri
uyarınca kınama cezası ile cezalandırılmıştır. Yönetmeliğin
7.maddesinin (a) bendinde, öğrencilik sıfatının gerektirdiği saygınlık
ve güven duygusunu sarsacak nitelikte davranışlarda bulunmak, (b)
bendinde de, ders, seminer, uygulama, laboratuvar, atelye çalışması ve
konferans gibi çalışmaların düzenini bozmak, kınama cezasının
gerektiren eylemler arasında sayılmıştır. Belirtilen maddede,
yükseköğretim kurumlarında başörtülü olarak bulunmanın kınama cezasını
gerektirdiği yolunda herhangi bir kural yer almamaktadır. Davacının
eyleminin, Yönetmeliğin 7.maddesinin (a) ve (c) bentlerindeki eylemlere
de uymaması karşısında disiplin cezası ile cezalandırılmasında hukuka
uyarlık görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle, dava konusu kınama
cezasına ilişkin işlemin iptaline karar verildi.”
Karar açık ama, bir de ben özetleyeyim..
Hani
yıllardır biz diyoruz ya, “Kanunda kılık kıyafetle ilgili bir yasak
yok. Yönetmelikte de yok.Siz nasıl, kıyafet sebebi ile öğrencileri
cezalandırırsınız?”
İşte onu söylüyor Danıştay 8. Dairesi. Disiplin
yönetmeliğinde kılık kıyafetle ilgili bir yasak olmadığına, bir
cezalandırma öngören düzenleme olmadığına göre, “türban takan öğrenciye
kınama cezası veremezsiniz” diyor. Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına
rağmen bunu söylüyor.Çünkü Anayasa Mahkemesi’nin kararını yeni bir
uygulamaya yol açacak şekilde yorumlamıyor!
Tamam mı? Tamam..
Sonra
Seyfi Oktay’lı,Mehmet Moğultay’lı, Kenan Doğan’lı yasakçı kafadaki
Adalet Bakanlığı kadrosu ile (bu üç kişi de sol partilerde
milletvekilliği bakanlık, milletvekili adaylığı yapmış isimlerdir)
“mahalle baskısı” başladı..
“Mahalle baskısı” başlayınca ne oldu?
Danıştay’ın
uzman dairesinin, uzun uzun gerekçelerle izah ettiği ve “mevzuatta
türbanlı öğrenciye kınama cezası verilmesine yönelik bir madde yok”
diyerek bir öğrenciye verilen kınama cezasının iptali kararı, 17.6.1994
tarihli gerekçesi bile olmayan bir kararla iptal edildi!
“Mahalle baskısı” başlamıştı!
Hem
de öyle tek tek üniversite öğrencilerine falan değil. Yüzbinleri,
milyonları etkileyecek kararları alan bağımsız hakimlere, sol kafalı
bakanın “mahalle baskısı” başlamıştı!
Mahalle baskısı başlayınca ne
oldu peki? Öğrenci işlerinin uzmanı olan Danıştay 8.Dairesi, başladı
tam aksi yönde kararlar vermeye!
Hani diyeceğim ki (uzman daire de
olsa), göremediği, atladığı bir maddeyi, “mahalle baskısı”nı yaptığını
ileri sürdüğümüz kesim bulmuş, bu dairenin üyelerine göstermişlerdir.
Mahalle baskısı ile de olsa, sonuçta yanlıştan dönüp, doğru yönde
kararlar vermeye başlanılmıştır.
Dairenin yeni kararlarında bu yönde bir ışık var mı?
Ne
gezer?.. O; tüm kanunları, yönetmelikleri tek tek irdeleyen, maddeleri
sıralayıp “kıyafete ceza verilen bir madde yok” diyen uzman daire,
“mahalle baskısı”nı tam olarak sindirmiş şekilde, evvelki gerekçesini
ortadan kaldıracak tek bir ifade kullanmadan, soyut cümlelerle “kınama
cezası uygundur” demeye başladı..
Yetmedi, “mahalle baskısı” 28
Şubat’ta daha da azgınlaşınca, türbanlı öğrencileri okuldan
uzaklaştırmaya başladılar.. Oysa yönetmelikte, kınama cezası bile
öngörülmüyordu ki, uzaklaştırma cezası öngörülsün!
8.Daire “mahalle baskısı” altındaydı.
Kınamaya
bile “Hukuka aykırı” diyen daire, uzaklaştırmaya bile “Hukuka uygundur”
demeye başladı. Sonra üniversiteler türbanlı öğrencilere “tasdikname”
vermeye başladı.
Mahalle baskısı altındaki daire yine “hukuka uygundur” dedi..
Bir
sonraki aşamaya gelindi, başörtülü öğrencilerin, okula hiç kayıtları
yapılmadı.. Mahalle baskısı burada da kendini gösterdi.. Uzman daire,
buna da “hukuka uygundur” dedi..
İşte size gerçek bir “mahalle
baskısı”.. 1992’de, objektif şekilde incelenip, her dürüst hukukçunun
altına imza atacağı yansız bir karar.. Ve sonraki yıllarda, her geçen
gün daha da sertleşen, daha da yasakçı bir tavra bürünen, daha da
hukuktan uzaklaşan “mahalle baskısı” altındaki kararlar!

Powered by ScribeFire.

20.09.2007

Bu ne kadar gurur !

Radikal'in bugünkü haberinde
"Bir komutan, Gül'ün eşini protesto etti. Başsavcı, AKP'ye gözdağı verdi. Rektörler iktidara, 'Çalışma dursun' dedi. Erdoğan: Herkes işine baksın"

Siradan bir general, Türkiye'yi temsil eden Cumhurbaskani ile tokalasmamak için kaçiyor.Ey general bu kadar böbürlük,bu kadar gurur niye.Sen kim oluyorsunda halkin seçtigi cumhurbaskanindan kaçiyorsun.Dünyanin baska (bizden) ülkesinde var böyle tavir alan asker.Yaziklar olsun.Yediginiz ekmegi bu ülkenin insani veriyor.O cumhurbaskaninida bu ülkenin insani seçti.Bunu ister istemez kabul edeceksin.Sayin Hayrunnisa Gül hanim herhalde Bayan Sarkozy'den asagi degil.O bayanki seçimlerden önce amerikali dostunun yanina kaçti.Seçim zamani geri döndü.Gazetelerde resimleri çikti.Fakat Fransiz milleti yinede bayan Sarkozy'ye First Lady olarak gereken seviyede davranmayi birakmadi.Sayin Hayrunnisa hanim asalet,terbiye,bilgi,saygi bakimindan sizin konkenci eslerinizden asagimidirda ona saygi göstermekte böbürleniyorsunuz ?.Bu sadece benim görüsüm degil 70 milyon türk'ün de görüsüdür.Sizin gibiler azinliktasiniz bunu unutmayin.Beni kahreden suki sizin gibi böbürlü,kendini alemin merkezi zanneden,kendi dünyasina kapanmis,halktan kopuk birkaç kisi bütün Türk Silahli kuvvetlerini halkin gözünden düsürüyor malesef.Cok yazik.Verdigimiz vergilere yazik.Sizin içtiginiz suda tüyü bitmemis yetimin hakki var.En az bu hak için halka saygili olmaniz gerekir .



Powered by ScribeFire.

Teziç saçmaladı


Teziç saçmaladı



Anayasa değişikliğini tek başına " türban " meselesine indirgeyip, sözde " laiklik " adına dayatmanın sürmesini talep edenler var. Bunlardan biri de, Yüksek Öğretim Kurulu. Ama, YÖK Başkanı Erdoğan Teziç' in Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) dayandırdığı itiraz gerekçesi, gerçeklerle bağdaşmıyor. Teziç, özetle, " AİHM kararı, Anayasa'nın 90'ıncı maddesi gereği herkesi bağlar. Bu yüzden bir anayasa değişikliği ile türban yasağını ortadan kaldırmak mümkün değildir " dedi.
AİHM, "Üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılması, sözleşmeye aykırıdır" diye bir karar almadı ki, elimiz kolumuz bağlansın. Sadece " Yasak,
sözleşmeye aykırı değildir" şeklinde bir karar verdi. Aradaki farkı
Erdoğan Teziç görmüyor mu, yoksa zihinleri bulandırma görevini mi
üstlendi?
Okullarda başın örtülmesi sözleşmeye aykırı olsa, AB ülkelerinde neden böyle bir yasak yok?
Maalesef eksik veya yanlış bilgiye dayanarak bazı iddialar ortaya atılıyor. Mesela, " Eskiden, başörtülüler AİHM'ye başvuruyordu, şimdi başı açıklar mahkemeye gidecek
" diyenlere rastlıyorum. Başı açık olanlar, ancak, üniversiteye
girmelerini sınırlayan bir düzenleme mevcutsa, mahkemeye başvurabilir.
Başkasına özgürlük tanıyan bir yasadan dolayı, kendi hak kaybı olmayan, nasıl AİHM'ye gidebilir ki!
Nazlı ılıcak/sabah

Powered by ScribeFire.